Hafta pazarındaydım yine geçen Cuma günü. Demre pazarı. Eskiden açık havada, belli bir alanda, o alanın yan sokaklarında pazar gibi kurulan pazar, kaç yıldır artık yok; buranın pazarı da yeni modaya uydu, oldu kapalı pazar. Üstü kapalı, yanları içe dışa açılan dükkanlı büyük bir beton avluya koca pazarı sığdırmışlar. Önceleri az yadırgamamıştık. Nelere alışılmıyor ki, buna da alışıldı. Hani benim pazarım, ne yaptınız ona, diyen de kalmadı. Eski güzelliğini, cıvıl cıvıllığını, renkliliğini yitirmiş, yarı karanlık, güneşsiz, çok yüksek tavanının yapısı yüzünden de konuşmaları uğultuya - gürültüye çeviren, uzun kalındı mı başı ağrıtan çirkin bir alan burası.

Pazarın iki yanı açık ya, satıcılardan oralara taşan taşana. İlk yıllar dışarılar bomboştu. Yavaş yavaş dışarlara taşarak kapalı alandan kurtulmanın yolu bulunmuş. Yanda, ortadan yol bırakıp iki yana sıralanmış kimi satıcılar. Orta kısımda da öyle. Aslında çepeçevre, açık yerlere tezgahını açmış üretici, arabasıyla gelen arabasının yanına sattıklarını dizmiş. Kapalı bölümde çoğunlukla pazarcı esnafı var. Hep aynı yerdeler. Uzun tezgahları, ötede beride sandık sandık getirdikleri meyveler, sebzeler... Tam pazara giriyordum, ötede, oturan kadına takılınca gözüm, sarsıldım, bir an, öyle bakakaldım. Tezgahların önüne konan plastik sandalyeye tek başına, orta yerde bir heykel gibi oturmuş, elleri iki yanda, bir elinde küçücük kol çantası, önüne bakarak hareketsiz duran kadından gözümü alamadım. Başı gözalıcı turuncu renkli eşarplı, üstü zeytin yeşili kazaklı, altında şarap renkli çiçekli şalvar, ayaklarının ucuna ayakları bağlı bir horoz koymuş, enine yapılı, çok şişman, kısa boylu bir köylü hanım bu.

Hani büyük kentlerde, heykel gibi durmayı sanat sayan, böyle durarak bir şeyler anlatmaya çalışan göstericiler vardır ya, bu durumu önce gösteri sandım, yalanım yok. Kadının sağından solundan geçiyorum. Gözümü alamıyorum ondan. Mıknatıs gibi çekiyor beni bu görüntü. O ise hiç bir yere bakmıyor, gözleri yere dikili, oturuyor. Horozun altına kocaman naylon bir şeker çuvalı atık.

Hemen ötede çay satan köyden tanıdığım hanıma koştum:

”Bu ne, ne oluyor?”

“Falan köyden. Sabah geldi. Horozunu satıyor!” dedi. “İki horozu vardı, bak birini satmış, önünde tek horoz kalmış.”

“Yanına doğru git de, seni çekiyor gibi kadının resmini çekeyim. Böyle açıkça çekemem, yakışık almaz."

“Soralım.”

Tanıdığım hanım, horozu sevmek ister gibi o yana gitti, elini uzattı horoza, olanlar oldu...

Durun size horozu da anlatmalıyım.

Çil horoz, yetişkin, tüyleri kuzguni siyah, boyun bölgesi renkli. İnsana, bana ne oldu böyle, beni ne yapacaklar, der gibi bakıyor. Bulunduğu duruma şaşırmış, tutsaklığı kendine yakıştıramamış bir hali var.

A, bir anda horoz, iki ayağı bağlı horoz, o durumda kaçmaya çalışmaz mı? Kendini oradan oraya atıyor. Hacıyatmaz oyuncağı gibi bağlı ayakları üzerinde zıplaya zıplaya durmaya çalışıyor. Bir arkadaki tezgahın üstünde, bir yolda, bir tezgahların altında.

Tutulmuyor. Hareketsiz heykel duruşu bitiyor sahibinin. Ayağa kalkmış, horozu yakalamaya çalışıyor. Pazar esnafı hiç ses çıkarmadan onlara bakıyor. Benim ahbap da bu duruma sebep olduğu için telaşlı. Horozun arkasından o da seğirtiyor, bir oraya, bir buraya. Sonunda horozu tutuyor, bana göz kırparak kadına teslim ediyor.

Artık pazar bana dar. Bunu da gördüm ya, horozun kurtuluş mücadelesi içimi yakıyor. Ne yapmalıyım?

Hayvanın canını kurtarsam, alıp eve götürsem... Bahçede kümes boş...

Geçen yıl, Haziran’da, üç günlük civcivken aldığımız, ilk bir ay çoğunlukla ev içinde her hafta boyutlarını büyüttüğümüz kutularda baktığımız, bahçede özel kümes yaptırdığımız, kafes kuşları gibi kolumuza, omuzumuza kondurarak sevdiğimiz biri horoz dördü tavuk beş güzel hayvanla geçirdiğimiz son maceradan sonra artık bu işlere paydos demişiz. Sonu acı biten tavuk- horoz öyküleri... Karşılıklı bağlanış, sevgi, dostluk... Ardından arka arkaya hayvancıkların ölümleri. Ya sansar kapıyor, ya hastalanıyorlar, ya da kayboluyorlar. Onları kümeste hapis tutsak içimiz elvermiyor. Salsak, sonuçta mutlaka başlarına bir iş geliyor, buralar yaban yaşamın sürdüğü yerler, doğa tekin değil... Ben öyle köşede durmuş yeniden horozunu ayak ucuna koyan kadına gözlerimi dikmiş bakarken, başka bir tanıdık köylü hanım sarstı kolumu:

“ O baktığın horozlu kadın bizim köyden” dedi. “Hiç evlenmemiş, kız. Kimselere varmadı, hep öyle inceler geleni, beğenmez. Derin düşünür... Altındaki sandalyeyi ben verdim, otur ayakta durma diye. İki horozla geldi, dara düşmüş, bunları sataca’m dedi.”

“Kaça satıyor?”

“Elli istiyor. Demin birini satmış, kaça satmış bilmem, şimdi bunun başını bekliyor.”

“Ben alsam...”

“Al al! Eti güzel olur.”

“Ne diyorsun sen? Ben alırsam bakmaya alırım.”

Biz böyle konuşurken oradan bir tanıdık lafa karıştı: “Tek horozu ne edece’n? Bak ötede arabada sandıklar içinde horoz – tavuk satıyorlar. Git oradan tavuk al, yumurtlasınlar.”

Pazar alışverişimi yapıyorum o ara. Köylüden demet demet semizotu, tarla kabağı, tarla biberi, patlıcan, yine bahçeden bamya, dikmeye pırasa fidesi...

Yerel seçimlerde iktidarı sarsan “patates – soğan” pazarın en ucuz, en bol ürünü. Patatesler çamurlu, içleriyse sapsarı, öyle güzel. Yeni toplanmışlar. Kilosu iki liradan, acısız, taş gibi her boy renkli parlak kabuklu soğanlar...

İncir bol. Kilosu beş lirayla yedi lira arasında. Ekşi yaz elmalarının yerini güz elmaları almış bu hafta. En pahalısının kilosu iki lira. Armutlar üç – beş lira arası. On iki liraya isteyene tarla çileği satılıyor daha. Hünnap, üç haftadır pazarda. Tek bir yerde gördüm. Bahçelerinde üç ağaç hünnap olan bir aile meyvelerini kovayla getirip esnafa satsın diye vermişler. Esnaf, koca plastik kovayı, en az on – on beş kilo meyveyi üreticiden, dediklerine göre, yalnızca on beşe almış, kilosunu beşe satıyor. İyi iş. Hünnap için meyvelerin en şifalısı deniyor. Şeker hastalığına bire birmiş... Şeftaliler artık bitecek, ucuzladılar, üç liraya yabanını, ilaçsızını, kendiliğinden yetişenini, küçüklerini veriyorlar, diğerleri, kafa gibi olanlar, dört – beş liraya.

Aldıklarımı tekerli yürüteç arabayla, arabaya bırakıp geliyorum. Aklım horozda. Birlikte karar versek, horozu anlaşarak alsak iyiydi. Evden kimseyi göremiyorum, kararımı kendim vermeliyim. Horozlu kadının durumu aynı.

Seviniyorum, horoz duruyor. Çuvalın üstünde öyle yatıyor. Sahibi ortada yok. Kurtarmalık parasını versem, horozu almasam acaba gurur meselesi yapar mı sahibi? Tam bunu soracağım köylüsüne, aynı anlarda, nasıl oldu görmedim, horoz ufak tefek bir adamın elinde, adam horozun bağlı bacaklarından tutmuş, gidiyor.

Tanıdık köylüsü beni ötede başka bir yerde oturan, satışın keyfini çıkaran sahibine götürüyor.

“Sattım!” diyor, “Geri alınmaz. Madem istiyordun niye geciktin?” Neden sattın sorusuna yanıtı, bildiğimiz yanıt:

“ Mecbur kaldım, yoksa satar mıydım?" Sonra gözleri bir noktada, dalgın, devam ediyor:

“Bir görseniz ne yiğitti, ne gösterişliydi. Kümesimin beyiydi.”

Bunu duyunca yeniden; “Niye sattınız o zaman? Kümes horozsuz kalır mı?” diyorum.

“Bir horozum daha var.” Sesinde ne bir pişmanlık, ne de birazcık üzüntü tınısı...

Biraz önce davransaydım horozun canını kurtarabilirdim. Şimdi o artık çorbalık. Bir elinde naylon torbada bir kilo patates taşıyan, diğer elinde de horozu bacaklarından tutarak, baş aşağı sallandıra sallandıra evine götüren adam, onu bir güzel kesecektir. Patatesi de suyunda pişirecek, belli.

Ben kararsızlığımdan, çabuk harekete geçemediğimden onun canını kurtaramadım, horoz gitti.

Köylüleri bu duruma ancak güldüler. Hiçbiri horozun canını önemsemedi. Sahibinin evlenmemesini dert ettiler de, horozun kesime gitmesine aldırmadılar. Canını can saymadılar.

Kümesinin beyiymiş?

Madem öyle nasıl kıydın ona? Parasıyla neler aldığını bilmek isterdim. Nasıl harcadın o parayı?

“Çok düşünür”, diyordu ona köylüsü.

En düşünceli köylümüz bu mu?

“Bu daha kız!” diye kendi yaşındaki evlenmemiş kadını gösterip, köylüsü, arkasından kıs kıs gülüyordu horozunu satanın.

Pazarlar memleketin aynası.

Pazarlar aynen biz!

Feza Tiryaki, 17 Eylül 2019