Doğan Cüceloğlu, sanıyorum bundan böyle bu sözüyle anılacak gönüllerde, bu sözü, özlü sözler arasına girecek, hiç unutulmayacak…

Toplumda bazı koca kişiler vardır, kadın erkek fark etmez, koca ana, koca ata, yaşadıklarından ders çıkarmış, bilge kişilerdir, ağzından bal damlayan, konuşurken karşısındakiyle bütünleşen, yüz mimiklerini, beden dilini iyi kullanan, kendini gizlemeyen, toplumuyla kaynaşan, çocukla çocuk büyükle büyük olabilen, ulaştıkları gönülleri kazanan bu kişiler sabaha kadar konuşsalar dinlenilir. İçten konuşmalarıyla, güleç bakışlarıyla, konuşurken ağzına baktırmasıyla, dünya çapındaki eğitimi, birikimiyle, yazdığı onlarca kitabıyla Doğan Cüceloğlu, işte böyle bir kişilikti. Popüler, televizyonlar aracılığıyla ünlenen, halk diliyle konuşan, söyleşi kasetleriyle tanınan.

Çocuk eğitimi üzerine çalışmış, toplumsal - bireysel iletişim konularında yoğunlaşmış, ömrü boyunca öğretmenliği bırakmamış bir eğitimci…

Evde, daha paramızdan altı sıfır atılmadan, en küçük birimimiz milyon olan doksanlı yıllarımızda alınan bir kitabı varmış. Akşam arayıp buldum kitaplıkların birinde: “İnsan İnsana”. Ekim 2003 yılı basımı. On beş milyon yazıyor fiyatı kapağın arkasında, Remzi Kitabevi’nden.

Sonra, bu kişinin eski söyleşi kayıtlarını dinledim, evdeki kitabını da (ilk yazdığı kitapmış) o akşam yeniden okudum.

Mesleği psikolog olan yazar, 1938’de, Mersin Silifke’de doğmuş, yükseköğretiminden (İst. Üniversitesi Psikoloji Bölümü) sonra Amerika’ya gitmiş, eğitimini(yüksek lisans) orada tamamlamış (Bilişsel Psikoloji), bir Amerikalı ile ilk çocuğu doğduktan sonra evlenmiş, birlikte bir süre Ankara’da yaşamışlar. Üç çocuğu olmuş. Askerliğini er olarak değil, yedek subay olarak yapabilmek için de önce boşanmış -o yıllarda Türk Ordusu’nu koruyan yasalara göre, yabancılarla evli olanlar subaylık yapamazlarmış – askerlik bitince, iki yıl sonra boşandığı aynı eşiyle yeniden evlenmiş. (Yıllar sonra ABD’de gerçekten boşanmışlar.) Daha sonra o ünlü çok tartışılan Fulbright bursu (1946’da imzalanan eğitim, kültürel değişim bursu) ile yeniden ABD’ye gitmiş, sonraki yıllarda oranın bir üniversitesinde uzun yıllar (1980 – 1996) çalışmış… 1996’da emekli olduktan sonra da Türkiye’de üniversite öğrencilerine, öğretmenlere, ana-babalara, iş insanlarına dönük, konferanslar, seminerler vermiş, kitaplar yazmış… Daha sonra iki ülke arasında gidip gelmiş, yılın bir kısmını orada bir kısmını burada geçirirmiş. Bu arada ikinci evliliğini Türkiye’de, kendinden çok genç bir meslektaşı ile yapmış. Kitapları için, tanıtımlarda, “Türk insanının düşünce, duygu ve davranışlarını bilimsel psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplar” deniyor.

Fulbright bursu için buraya kısa bir açıklama ekleyeyim. Cengiz Özakıncı bu bursu veren Fulbright komisyonunu şöyle açıklıyor: “Türkiye Amerika’yla işbirliği yaptıktan sonra 1945, 1946, 1947’de, Amerika’nın bir uydusu, bir yarı sömürgesi konumuna girme aşamasında en önemli rolü oynayan anlaşmalardan bir tanesi de 1949’da imzalanan, Türk milli eğitiminin ne biçimde uygulanacağını belirleyecek bir eğitim komisyonu kurulmasıdır. Fulbright Komisyonu. Dördü Türk dördü ABD’li, ABD’nin Türkiye’deki büyükelçisinin de başkanlık ettiği bir komisyon.”

ABD’nin, verdiği bu bursla dünya liderleri yetiştirdiği söylenir. Avrupa’nın pek çok ünlü devlet adamı, dünyanın onlarca lideri, siyasetçisi hep bu bursla yetiştirilmiş. Belçika, İtalya, Polonya, Bosna – Hersek, Slovenya, Brezilya, Peru, Şili, Pakistan, Yeni Zelanda, Afganistan… Buraların eski başbakanlarını, cumhurbaşkanlarını, sayın durun, hepsi bu burstan geçmiş.

Değerli araştırmacı gazetecimiz Banu Avar, bu konudan çok söz etmiş, bu tür eğitilmelere “Sızma operasyonu” ve “kültürel iğdiş” adını vermiştir. Aynı adlı yazısında ( Sızma Operasyonu Ve ‘Kültürel İğdiş’) şöyle açıklamış: “Aydınlar yurtdışında eğitimden geçirilirken, büyük yığınlara da “algı değiştirme operasyonu” yapılır.”

O zaman, “Yanlış olan, doğru ya da tersi olarak algılanabilirmiş. Asla kabullenilemeyecek davranışlar, normal görülebilirmiş.”

Yine aynı yazısında Banu Avar, bu anlaşmayla neler yapıldığını ABD’li uzmanın ağzından bildiriyor:

“Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!” Banu Avar, konuyu şöyle bağlar:

“İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin “aydın adayları”nın beynini “iğdiş” etme operasyonudur bu!”

*
Yeniden konuya dönersek:

Önceki gün bir anda bilgi ağı gazeteleri, sarsıcı bir ölüm haberini duyurdu:

“Ünlü psikolog Doğan Cüceloğlu evinde ölü bulundu.”
“Doğan Cüceloğlu ölü bulundu.”
“Doğan Cüceloğlu vefat etti!”
“Psikolog Doğan Cüceloğlu 83 yaşında hayatını ...”

Bu ölüm haberini duyar duymaz da, ilk anda aklıma, herkes gibi, Cüceloğlu’nun ölüm üzerine geçen yıl gözleri dolarak söylediği, toplumu derinden etkileyen, duymayanın kalmadığı o sözleri geldi:

“Annen yok, kimsen yok!”

Düşünün, yaş yaşamış, mesleğinde zirveyi görmüş, deyim yerindeyse dünyayı parmağında oynatmış, ne istediyse başarmış, kitleleri peşinden sürüklemiş, sözleriyle belleklere yerleşmiş, hayatını, mesleğini dolu dolu yaşamış bir kişi, kameralar önünde çocukluğunu, annesini anlatırken bir anda o günlere gidiyor. Gözleri doluyor, ağladı ağlayacak, bakışları acı dolu, dinleyenlerini derinden etkileyerek, çocukken ölümün farkına vardığı anı yeniden yaşayarak; “Annen yok, kimsen yok!” diyor.

O anların yazılı dökümü şöyle:

“Annem benim yaşamda öz güvenimin temel kaynağı, köklerini teşkil ediyor. “Annem hastalandı ve öldü” diyorlar ama bir şeyler oldu. Ben kelime olarak biliyorum, öldü, yok. Ama hep içimde “misafirliğe gitti, bir gün sonra gelecek, iki gün sonra gelecek” diye bakıyorum. Üç gün geçti gelmedi, dört gün geçti gelmedi, beş gün geçti gelmedi... Ve bir gün dedim ki; “Ben annemi bir daha göremeyeceğim, annemi bir daha göremeyeceğim!” O zaman, “ölüm!..” O zaman farkına vardım: “Bir daha göremeyeceğim!”
Ve kaçtım mezarının başına gittim. Orada toprağın altında annem. Ve böyle kalakaldım. “Annemi bir daha göremeyeceğim, annem öldü.” Eve geldim babama bakıyorum. Diyorum, “Allah’ım inşallah babam ölmez.” Öğrendim artık, demek ki ölünebiliyor... Ve o gün, tabii babamın da kendine özgü bir sürü sorunları var, sıkıntıları var. Ve kendisi de dört yaşından itibaren babasız büyümüş. Öyle bir durumda. Bir şey yapmıştım, “Niye öyle yapıyorsun?” diye bağırdı. Ben kalakaldım. Ve enteresan bir şekilde çocuk aklımla şuna karar vermişim; “Annen yok, kimsen yok!” Ve böyle bir karar verdiğimi yıllar sonra anladım.
“Annen yok, kimsen yok...” O zaman, kimsen yoksa senin bir şey istemeye hakkın yok. Sadece başkalarını memnun etmeye çalışırsın. Annen yok, kimsen yok...”

(Bu arada yine yazarın kendi ağzından ailesiyle ilgili verdiği bilgileri buraya ekleyelim: Yazar on bir çocuklu bir ailenin son çocuğu. Babasının üçüncü eşiymiş annesi. İlk iki eş ölmüş. Önceki iki eşten, aynı babadan beş kardeşi varmış. Annesinin de babasıyla evliliği, ikinci evliliği, bu evlilikten altı çocuk olmuş. Babası annesinin ölümünden sonra da yeniden evlenmiş.)

Bu bilgiler, sizi bilmem ama bende, Cumhuriyetimizin büyüklüğünü, değerini, yüceliğini yeniden anımsattı. Bu şartlarda büyüyen, babası tarikata giren (Nakşibendi), imam olması istenen bir çocuk, subay olan ağabeyinin yanına Ankara’ya kaçıp okuyabiliyor, hem de psikolog, ruh bilimci olabiliyor. Ünü dünyayı tutuyor, ülkemizin en tanınmış kişilerinin arasına girebiliyor. Kitleleri, ana babaları, öğrencileri, yetişkinleri yönlendirebiliyor… Ölümüyle de, dinci iktidarın gündeminde şaşırtıcı bir şekilde öne çıkıyor, en üst düzeyde katılımla cenazesi kaldırılıyor, ardından başsağlığı mesajları yağıyor:

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı; “Maarif (?), iletişim ve psikoloji alanlarının duayeni…” demiş, başsağlığı dilerken.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü; "Güzel insan, değerli hoca, velut (verimli) düşünür ve yazar…” demiş.

AKP parti sözcüsü; “Gerçek insan olma yolunun yolcusu ve dervişi gibi yaşadı…” demiş.

Milli Eğitim Bakanı; “Öğrencilik dönemimizden itibaren bize öncülük yapan, eğitim alanında psikoloji alanında yetişmemizde büyük katkısı olan büyüğümüz. Nadir bir şahsiyet olarak insanları kalbi ile görebilen şahsiyet. Bize bin yıllık bir irfandan süzülen bir ayna tuttu.” demiş.

Daha kimler kimler neler demiş…

Cenaze töreninde, altı ay önce kalp rahatsızlığı geçiren, dinlenmesi gerektiği söylenen kardeşinin, bu konuya itirazını ağabeyi şöyle açıklamış: Bana, “Abi ben Türk halkına hizmet etmeyi seviyorum ve bunu yaparken mutluluk duyuyorum, içimde bir huzur oluyor. Varsın ömrüm kısa olsun ama Türk halkına hizmet etmeye devam edeceğim. Uzun mutsuz bir yaşam değil, kısa yararlı bir yaşam tercih ediyorum”. dedi, demiş. Eklemiş: “Gerçekten bu cesur kararını uyguladı. Mutlu yaşadı, mutlu şekilde öldü. Kitap yazmaya konferanslara devam etti. Televizyon programlarına çıktı. Okullarda sohbet etmeye devam etti. İnternette 2.5 milyon takipçisi var. Onlarla iletişime devam etti. Bu nedenle acım biraz daha hafifledi.”

*
Bu kadar bilgiden sonra, yazarın en tanınmış, ilk kitabından söz edelim. Bazı konuşmalarından dikkat çekici sözleri aktaralım ve çok uzattığımız bu konuyu bitirelim.

Hekim kim, başına gelen.” der bir atalar sözümüz.

Gerçekten de başına gelenleri ruh sağlığı konusunda uzman olduktan, aradan onlarca yıl geçtikten sonra anladığını itiraf ediyor yazar.

Hiç kimse kendi davasında yargıç olamaz.” özlü sözünü de unutmamalı. Bırakalım yaptığımız hataları kendimiz temize çıkarmayalım, bunu başkaları, tarafsız gözlemciler, düşünürler söylesin. “Hiç üzüm yoktur ki ardında çöpü olmaya.” sözü nasıl da uyuyor konumuza.

Kel ilaç bilse (kelin ilacı olsa) kendi başına sürer.” Bilirsiniz, “Terzi, kendi söküğünü dikemez.” Yazar, dediğine göre 37 yıl sonra kendisiyle barışmış. Eğitimini kendisine uygulayamamış. Neyse işin ucunu kaçırmadan, kitaba bir göz atalım.

Kitabın sunuş bölümünde, kitapta, “ Ele alınan bireysel ilişkilerin ötesinde, toplum ve kültür sorununa da değinildiği…” belirtiliyor.

Bu nedenle yabancı yazarların yanında, Türk yazarlarının, özellikle Aziz Nesin’in birçok öyküsü kitaba alınmış. Şu anda hiç okunmayan, etkisini yitirmiş öyküler. Daha beter günler yaşayan toplumumuzun o eski güzel günleri özlemle arar olması, bu gelinen durumun bilinememesi, aydınlarımızın aymazlığı insanı düşündürüyor. Örneğin, kitaptaki Sümerbank öyküsü (Yerli mallardan pazen aldım, öyküsü), değil şu an bizi güldürmek, gözlerimizi yaşartıyor, vefasızlığımızdan utanıyoruz, Atatürk’ün kurduğu bu kurumun son mağazasını 2007’de kapattılardı, birden anımsıyoruz. Mağazalarda çalışan küçük insanlarla, satış elemanlarıyla uğraşacağına yazarımız Aziz Nesin, keşke bu kurumları yüceltseydi, benimsetseydi, sevdirseydi…

Kitabın ilk sayfalarında “Niçin uygarca iletişim kuramıyoruz?” sorusuna yanıt aranıyor:

“Din öğesinin ağır bastığı geleneksel otoriter kültür, demokratik bir toplumun temelinde yatan iletişim becerilerini içermez.
Cumhuriyet hükümetlerinin eğitim seferberliğine girmesi ve insan potansiyelini değerlendirmek istemesinin temelinde, özgürlükçü demokratik bir toplum yaratma amacı yatar.”

Ne ekersen onu biçersin” çocuk eğitiminde geçerli olan bir deyiştir.” diyor yazar sayfa 119’da, sonra böyle açıklıyor:

“ Çocuklarının duygu ve düşüncelerini doğal ifadesi içinde kabul eden anne ve babalar kendine güveni olan, girişimci, insan ilişkilerinde başarılı bireyler yetiştirirken, çocuklarını olumsuz yönde sürekli eleştiren, kısıtlayan, onların duygu ve düşüncelerini doğal bir biçimde ifade etmesini engelleyen anne babalar pısırık, çekingen, içine kapalı, alıngan bireyler yetiştirirler.”

Teori olarak pek güzel de bunu bir de gurbette çocuk yetiştirenlere, büyük kentlerde çocuklarının kimliğini yitirmemesi için savaşanlara sorsanız. O duyguların çoğu çevrenin öğretisi değil midir? O çocuklara kendi duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatını veriyor muydu, okullarda çocukların algısıyla oynayan, onları içine alıp kendi kültüründe eritmek isteyen Batı’nın sömürgeci anlayışı…

Sonra, yaşarken sorsak ayıp mı kaçardı, yazarın kendi çocukları niye Türkçeden uzak yetişmişler, küçük torunuyla bile İngilizce anlaşıyor, bunu da kıvançla yazıyor söylüyor, bundan da hiç yüksünmüyordu, neden? Bu çok büyük bir toplumsal yara değil mi? Dilimiz kimliğimizdir, öyle değil mi?

Ölmeye Yatmak kitabından da alıntı yapılmış burada. 15 Temmuz için; “Halk kendi kendine uyandı, tankları kovaladı” diyebilen,12 Eylül halk oylamasında evetçi olan; askerlik için; “Vatan için canım feda olsun” eğitimine karşıyım. Tıpkı ant içmek gibi gerekli şeyler değil. Ne biliyorsun karşı düşman da vatanını seviyor” diyen, Cumhuriyetin askeriyle hep sorunu olan bir yazardan alınmış bu örnek parça.

Kimin ileride ne diyeceğini bilememek, insanların kişisel gelişimini kestirememek…

Cumhuriyet reformları ve çağdaş uygarlık konusuna da değinilmiş kitapta:

“Geleneksel otoriter kültürü oluşturan temel değerler arasında, “akılcı olma”, “bilimsel olma”, “eleştirici olma” gibi çağdaş öğeler yoktu. Cumhuriyet reformları, bu öğeleri, Türk toplumunun temellerine koyma girişimidir.
Cumhuriyeti kuranlar, bu sosyal reformlar sayesinde, Avrupa’nın “hasta adamı” olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküntüsünün altından, zinde ve gerçekçi bir toplum çıkacağını umuyorlardı. Ne var ki, Türkiye içindeki “yobazlar” ve “hasta adam”ın mirasını paylaşmak isteyen dış güçler, bu girişimin başarılı olmasını istemiyorlardı.”

Yazar topluma karışmasını, gözlemlerini, istediklerini de şöyle anlatmış bir söyleşide:

“İnsanları değiştirmek, yargılamak istemiyorum. Pencere açmak istiyorum. Onlara, eşlerine, çocuklarına böyle bir pencereden bakabilme kapısını açıyorum. Kendimi pencereci, pencere açıcı olarak görüyorum.”

“ Dolmuşa binmeye bayılırım. Pazar yerlerine giderim. Yürümek ve halkı koklamak isterim.”

Son olarak da, bir söyleşisindeki Amerikan toplumu ile Türk toplumunu birbiriyle kıyaslamasından söz edelim:

“Amerika’dan ve Türkiye’den rastgele sistemle sıradan yüzer insan seçin. Her iki ulusun insanlarını para ve zaman bilinci, hayata bakış açıları, aile ilişkileri, çocuk sevgileri, eğitime önem verişlerini, okuma durumlarını aklınıza yaşamla ilgili ne gelirse karşılaştırın.
Yirmi beş yıl ABD’de kalan ve Türkiye’yi tanıyan biri olarak rahatlıkla söylüyorum pek fark göremezsiniz. Hatta bazı durumlarda Türk insanının artısı olduğunu görüyorum. Örneğin zor durumda olan Türk insanının çabucak morali bozulmaz, altından kalkar, öbürü sallanırken, bizimki “Ya Allah” der çabucak toparlanır. Aile ilişkileri bakımından muazzam derece Türk insanı fedakârdır…
Yine aynı şekilde iki ulusun ülkeyi yöneten aydın kesimi, gazeteci, profesör, doktor, öğretmen, devlet yöneticisini yüzer kişi olarak seçin. İşte o zaman Türklerin aleyhine farkın çok büyük olduğunu görürsünüz. Örneğin, Amerikalı profesörle karşılaşınca, o profesörün kendine bakışında müthiş kendine saygı vardır. Yalan söylemez, çünkü aynaya nasıl bakacağını düşünür. İlimi niçin yaptığını, topluma nasıl katkıda bulunduğunu, öğrencilerini iyi yetiştirip yetiştirmediğini sorgular.
Bizde bunu görmüyorum. Türkiye’nin aydınlarıyla ilgili bir sorun olduğu konusunda kuvvetli kanaatim var. Yargılamıyorum. Bu aydınlar, “Biz nasıl mendebur oluruz, bu halka nasıl kötülük yaparız” diye bir araya gelmiyorlar. Soru şu: Aydınlar neden böyle? Niye böyle aydın yetişti?
O zaman geldiğim nokta şu: Bizim Türk eğitim sistemi değerler bilinci ve karakter inşa eden bir sistem değil. Türk eğitim sistemi, malumat aktarma üzerine kurulmuş.”

*
Ucundan, kenarından bir toplum bilimcimizi anlatmaya çalıştım. Aslında bizim insanımız doğuştan bilgedir, kişiliklidir…

Evladı ben doğurdum ama gönlünü ben doğurmadım” diyen atalarımız eğitim sorununu çözmüş.

Kimi, “Eski samanları karıştırır.” Sap yer, saman savurur.” “Suçu kimse üstüne almaz”mış.

Kimi, “Evladın varsa derdin var.” der. “Evlat acısı gibi” deriz, acıların en büyüğüne.

"Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” derlerdi eskiden. Bağdat yıkıldı, artık yok.

Annen yok, kimsen yok!” sözü de kulaklardan kolay kolay silinmeyecek.

Sonrası sağlık…

Hem sonra; “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma!” demezler mi?

Bilen bilmeyene desin: “Son pişmanlık ele gelmez.

Ecele çare bulunmaz.

Kalana sabır, gidene Tanrıdan rahmet…

Feza Tiryaki, 19 Şubat 2021