“Bir garip ölmüş diyeler, / Üç günden sonra duyalar”
Yunus Emre’nin bu dizeleri bir kez daha yaşanmış ülkemde. Bu dizenin ardından;
“Soğuk su ile yuyalar, şöyle garip bencileyin.” der Yunus,
Buradaysa, neden öldü diye adli tıpta kesip biçmişler garibi.
*
Yüzlerce yıldır hep yinelenir, değişmez gariplerin yazgısı.
“Bir garip “Turan” öldü, dört günden sonra bulundu”.
*
Garipler mi iyi kişilerdir, biz mi gariplere hep iyi deriz?
Neden gariplere içimiz yanar, onlara karşı bağrı başlı, gözü yaşlıyız?
Gariplere neden göynür özümüz, dilimiz söyler, gözümüz ağlar?
Kimseler garip olmasın, demekle biter mi gariplik, ey dostlar!
Yunus’tan yüzlerce yıl sonra Yunus’un dizeleriyle; 
“Kimseler garip olmasın” dedik, “hasret oduna yandık.”
*
Turan’ı yeni yetiştiği ergen yıllarından beri tanırız, 
Yirmi yıldır da iyi biliriz, severiz, garipliğini duyarız.
Ablası da kendi gibi garipti, daha da garipti.
Köyde, dediklerine göre gençken iyiymiş,
Sonra bir sevdaya tutulmuş ablası, almamış sevdiği, böyle olmuş.
Kimselerle konuşmaz, öyle yüzüne boş boş bakar,
Dediklerini anlar anlamasına da yanıtlamaz.
*
Turan ise bambaşka, akıllı fikirli, cin gibi.
İyilerin iyisi, temiz kalpli, çalışkan bir garip kişi.
Garipliği, kendini savunamazlığından gelirdi, 
Kurallara göre değil gönlünce yaşardı, bağımsız, hür…
Sandalı, evi yurdu, geceleri sandalında yatar,
Anası babası, köyde aile evi olduğu halde başına buyruktu yaşantısı.
Bir lokma bir hırka, bugün kazan bugün ye, yaşam felsefesi.
Ah o sandal evi görmeliydiniz, mutfağı, odası, yatağı hepsi iki karışçık bu yerde;
Sıra sıra kavanozları, tenceresi tavası, minderi, örtüsü, baş yastığı.
Giyimi kuşamı üç beş parça, hepsi bir torbayı doldurur.
*
Evlerinin üst katında ağabeyi oturur, evli yetişkin çocuklu.
Baba variyetli, eskinin zilyetlik denilen kullanımı kendinin arazileri dolu,
Kısa boylu ufak tefek bir adam, bakışları hep dertli, 
Eskinin efendisi, ceketli pantolonlu, başı kasketli tipik köylüsü.
Karşı köyün ekmeğini taşır sandalıyla, karşılığında ekmek alır.
Bütün gün yürür durur, gider gelir, kendine göre geçirir gününü.
Anası, köyde incik boncuk, kekik, boynuz satar tezgâh açardı.
Sonra kapısının önünde satmaya başladı bunları, yürüyemedi meydana.
Dilbaz, tatlı bir anaydı, ufak tefek, minicik, çünkü sırtını doğrultamaz, bükmüş yılların çilesi.
Ağzı dualı, ayağının şişliğinden dertli, hep anlatır ağrıyan yerlerini, derdini.
Sık sık su alınırmış şiş bileklerinden, ağrıyan yerlerinden.
Hastanelere taşınmaktan bıkmış usanmış, bağrı yanık bir garip ana.
Bir kez kesmiş kolunu dirsekten aşağıya, en az beş altı santimlik kesik.
Pis bir tülbentle de üstünü sarmış üstelik, seslendiydi bana oradan geçerken;
“Hocahanım, bir koluma bakıver, ilaç neyi koyuver.”
“Olmaz, bunu doktora göstersene, hastaneye gitsene, söyle hemen oğluna!”
Nerede söz dinlemek? Yardım etmesem kolu gidecek…
Sonra kesiği ameliyat bandıyla yapıştırmış, ilaç sıkmış, sargı beziyle sarmıştım.
Her gün kontrole gitmiş, sargısını değiştirmiş, canım ananın da gözüne girmiştim.
Kesik iyileşince ne dualar, ne güzel sözler, oradan her geçişimde durdurup seslenmeler…
*
Son iki yılda elden ayaktan düştü, hastalandı ana, kapı önünden de kalktı.
Kısa bir süre yatakta kalış, garip kızıyla karşılıklı günler boyu iç odaya kapanış…
Dediler ölmüş garip anacık, orada değildim öldüğünde, garip hasta kızı kaldı geride.
Bir de Turancık, artık anasız, babası var ama anasız ev ne kadar yuva, ne kadar ev?
Ağabeyi ile de arası iyi değil denirdi, kendisini deli diye şikâyet ettiği söylenirdi.

Çok tatlı bir kişilikti Turan, size onu nasıl anlatmalı, gözünüzde nasıl canlandırmalı?
O da anası babası gibiydi, onlardan biraz daha boylu, ufak tefekliği, kavrukluğu aynı.
Elinde el arabası tur gemilerinin çöplerini toplar, köydeki çöp yerine getirir, koyar.
Karşılığında gemiciler ne bahşiş verirlerse, gönüllerden ne koparsa… 
Turancık her daim görevde, sabahtan akşama el işinde, bir tür çalışan köle…
Sandalıysa, evi yuvası kaçamağı, onu yaşatan yaşam kaynağı.
Soğuk suya gider kürekle, ötelere yıkanmaya, denizdeki bir pınara,
Balığını tutar, çalışır çabalar, akşam olunca sahilde aynı yere bağlar sandalı, gece içinde yatar.
Fırtına mı oldu dalgalı mı deniz kolayı var, dağlar bayırlar ne güne duruyor?
Derme çatma naylondan çuldan çuvaldan çadırı hazır bakın ta yukarılarda.
Tepelerde gezerken hanımlarla, gösterirlerdi öteden, oradaki yığıntı Turan’ın çadırı,
Kötü havalarda içine sığınıp yattığı… Gece gündüz barındığı…
*
Çok onurluydu, emeğinin karşılığını alır, sadaka ne istemez.
Bir şey vermek isteyen ona, bahane hazırlamalı, para verecekse önce iş yaptırmalı.
Verileni de giymez, kimsenin sadakasıyla ortalıkta gezmez.
Giydikleri kendine has, kimse bilmez nereden aldı, kimden kaldı?
Kocaman şortların belini büker ikiye katlar kemerli giyer, gömlekleri eskiymiş dert etmez.
Verilen onca şorta pantolona dönüp bir bakmaz, kimseye de yüz eğmez…
Kimseyi kendine acındırmaz, güldürmez, saygıda kusur ettirmez.
Kaç kez küçük küçük işlerimizi yapmıştı, söz verdi mi hiç unutmazdı.
Her denilene de uymazdı, burayı böyle yapma desen,
Yok, böyle daha iyi derdi, konuşur seni ikna eder, bildiğinden dönmezdi…
Bir gün yine ona faydamız olsun diye bize dağlardan yaban zeytini toplasan demiştik;
"Yağ çıkarmaya zeytin göndereceğiz, üstüne bir iki kilo da sen eklesen,
O zaman dile bizden ne dilersen?"
Önce günlerce sesi soluğu çıkmamıştı, o arada biz yağı çoktan çıkartmıştık.
Bir sabah baktık kirli bir naylon torbada bir avuç çürük zeytin getirmiş.
Gülüyor, verdiği sözü tutmanın mutluluğu yüzünden okunuyor.
Nasıl sevindik hiç sormayın, bizi unutmamış, gönlümüzü etmiş…
Bizim de Turan’a böylece bir iyiliğimiz dokunmuş…
Akşamları çoğu kez karşılaşırdık sandalının bağlı olduğu öte koyda, yürüyüş yolunda,
Selamsız, dalgın geçti mi, takılırdık, ne o, bir selam yok mu? 
Zayıf kemikli solgun yüzü aydınlanır, iyilik dolu gözleri canlanırdı bir an,
Selamını verir, ardından hızlı hızlı konuşur, o günün sıkıntısını mırıldanarak yürür giderdi…
Yüzlerde bir gülümseme, dertsizliğe, böylesi dertlere içten içe gizli bir özlem duyma…
*
Sonrası…  Uzun bir süre görmedik Turan’ı, eşim gidip geldiğinde haberlerini verdi:
“Eski el arabasını yeniledim, bir lastik çizme ısmarladı bana, gelirken getireceğim.”
Turan anası ölünce, evde kalmaya başlamış, ablasını da hemen götürüp bir bakımevine bırakmışlar.
O da bir garipti, gece gündüz gözleri tavanda, yata yata, derdini diyemeden, gözleri açık gidiverecek belli.
“Turan babasıyla, evde, kendisi bildiğin gibi, aynı garip kişi…” dediler.
Bir garip, devletin elinden tutamadığı, yasaların koruyup kollayamadığı…
*
Böyle böyle bu yılın Şubat ortasına gelinmiş, aradan aylar geçmiş.
Kaç gün eve gelmemiş Turan, kimse de merak etmemiş, aramaya yetkililere haber verilmemiş.
Köyde, Recep Avcı’nın aynı adla anılan yarımadacığında, dört gün sonra ölüsünü bulmuşlar onun.
Sandalı iskeleye bağlı, ötede yatıyormuş cansız bedeni, bulan da dargın olduğu ağabeyi.
Cankurtaran çağrılmış, bedeni kesilip biçilmeye gönderilmiş, duyanın bağrı yanmış.
İnsanlık sınava çağrılmış, bir garip, genç yaşında, kırkına varmadan daha,
Taşı sıksa suyunu çıkarırken, hastalık nedir tanımazken, kimselere zararı yokken,
Gözünü yumuvermiş hayata…
Bundan sonrası dedikodu, yakıştırma, ahlama oflama, gerçek veya iftira…
Turan yatarmış şimdi köy mezarlığında… 
Koca yıl, hem de sözde salgın yılında, tek kişinin hastalanmadığı, ölmediği köyde, tek ölüm.
Hastalanmadan, yaşlanamadan neden öldüğü bilinmeyen Turan.
Yunus’un söylediği, yüzlerce yılın ağıdı, nasıl da gariplere uyar:

“Kimseler garip olmasın / Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın / Şöyle garip bencileyin.
*
Söyler dilim ağlar gözüm / Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım /  Şöyle garip bencileyin
*
Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin.”
Feza Tiryaki, 27 Şubat 2021