BİR TÜRKÜ NASIL DOĞDU?

Bulut bulut üstüne Bulut yağmur üstüne Bulut kurbanın olayım Yağma yarin üstüne

Abone Ol

(Kurmacadır.)

Musa Eroğlu'na saygılarımızla...

Bulut bulut üstüne

Bulut yağmur üstüne

Bulut kurbanın olayım

Yağma yarin üstüne

Ey oğul!

Bu öykü Toroslarda yaşayan Türkmenlerden Musa ile Elif’in sevi öyküsüdür. Bu Toroslar o kadar çoktur ki güzel yurdumun bir ucundan başlar öteki ucuna kadar alçalıp yükselerek, dağılıp toplanarak gider.

Elifler ve Musalar, daha da çoktur. O kadar çoktur ki hangi Musa, hangi Elif desen kimsecikler bilemez. Say ki senin benim öykümdür bu.

İnsan kuş misalidir oğul! Ama hangisi şahin, hangisi karga belli değildir hiç. Çünkü hayvanın alası dışında, insanın alası içinde. Bazen bey oğlu bey dersin de ciğeri beş para etmez. Bazen de çoban dersin, tepeden tırnağa yürek çıkar. Bazen mert dersin namert çıkar , şeytana taş çıkartır, bazen saçı uzun aklı kısa kadın dersin, kocaman bir yürek çıkar.

Sevmek iyidir. Daha da iyisi sevgine, sevdiğine sadık kalabilmektir. Vefadır. Ne mutlu bize ki bu topraklar bu türden insanların öyküleriyle dolup taşar.

Musa ve Elif de onlardandı. Onlarınki ilk görüşte aşk değildi elbette. Her güzel aşk gibi yavaş yavaş büyüyen, zamanla demlenen bir aşktı bu.

Bu Toros dağları bencil ve nobran kişiyi barındırmaz oğul! Bu sulardan içen, bu havayı soluyan kişi kaba olmaz. Her zaman yumuşacıktır. Musa da öyleydi, Elif de…

Bu dağlar zengin değildir. Bazen nasırlı bir el gibi çatlaktır. Üzerinde kayalar vardır ki susuzluktan şahrem şahrem yarılmış bir dudak gibi. Ne ağaç, ne çalı… Ot bile bitmez çoğu zaman. Varsa yoksa diken.

Ama Türk o dağları gene de sever. Yurt beller, yuva bilir. Akşam olunca aşağıdan bir yel eser. Ta aşağılardan çam kokuları, kekik kokuları, sedir kokuları gelir. Çekirgeler öter akşam vakti. İnsanın aklını başından alan bir serinlik. Şurup gibi, ilaç gibi… Bütün ağrıları ve acıları dindiren bir serinlik.

Onlar bu yaylaların çocuklarıydı. Onlar sevgi çocuklarıydı. Onlar “Kurbanım kuzum…” çocuklarıydı.

Sonra Musa askere gitti. 24 ay askerlik yaptı. 24 ay sevgi büyüttü yüreğinde. 24 ay hasret. Toroslar gözünde tüttü. Elif burnunda tüttü.

Döndü.

Döndü ya eşte dostta bir soğukluk, bir sessizlik… Herkes yere bakıyordu.

Musa ağzı acılaşarak sordu birine…

-Köyde ne var ne yok?

Öteki anlamamış gibi boş boş baktı yüzüne.

Musa soruyu değiştirip tekrar sordu:

-Olan, ölen?... Kalan gelen?....

Öteki yekten,

-Elif öldü işte… deyiverdi.

Musa soran gözlerle bakınca da,

-Yıldırım çarptı dedi acıdan içi burularak.

Musa hiç konuşmadı. Tek soru bile sormadı. Kalktı,yavaş yavaş mezarlığa yürüdü. Ayakları dolaşıyordu. Başı önündeydi. Bitmişti her şey. Her şey bitmişti. İçinde muazzam bir boşluk vardı. Onun için artık vaha da birdi, çöl de. Çalı da birdi, gül de…

Mezarlığın çevresi çalı çırpı ile çevrilmişti. İçinde ulu çam ve meşe ağaçları vardı. Mezar sayısı çok değildi. Bu yüzden kolayca buldu Elif’in mezarını. Yeniydi. Henüz eşilmişti. Bir çam ağacının altındaydı. Mezardan toprak kokusuyla birlikte çam kükümü kokusu yükseliyordu. Bayılırdı Musa bu kokuya… Elif elif kokuyordu. Ortalıkta çıt yoktu. Yer gök, bir yağmur bekliyordu.

Çama sırtını verip çömeldi. Gökyüzüne baktı uzun uzun. Bulut kümeleri vardı. Koşuşup duruyorlardı oradan oraya.

Birden bire başladı yağmur. Ta uzaklarda, tepenin öte yanında şimşekler çakıyordu. Gök gürültüsü belli belirsizdi. Önce iri damlalar atıştırdı. Sonra inceden inceye siyim siyim yağmaya başladı. Bir hışırtı kapladı ortalığı.

Hiç ağlamadı Musa.

Birden içinden bir ses yükseldi. Bağlama sesi gibi bir şeydi. Döne döne yükseliyor, bütün varlığını kavrıyordu. İçi içine sığmaz olmuştu. Bu sesi çıkarmalıydı. Bu ses bütün cihanı kaplamalıydı. Ellerini göğsünde kavuşturdu. Diliyle, dişleriyle, damağıyla bu sesi çıkarmaya çalıştı. Bir yandan da elleriyle göğsünde, dizlerinde tempo tutuyordu.

Bir mucize oldu. Yağmur kirp diye kesildi. Bütün varlık onu dinlemeye başladı. Erkek sesi mezarlıktan yükseliyor, tepelere doğru uçuyordu.

Önce sesler net çıkmıyordu.Sadece gırtlaktan. Ses karıkıyor, çatallaşıyor, sıkışıyordu. Kendi sesiyle çıkarmaya çalıştığı bağlama sesleri bir türlü tam çıkmıyordu. Çünkü bağlamanın ustası değildi. O sadece kalbinden, ta içinden yükselen sesleri duyuyor ve çıkarmaya çalışıyordu.

Bir süre sonra ses kararını buldu. Ama sadece sesti. Söz yoktu. Tek sözcük yoktu. Her ses sözcüğünü arıyor, bulamıyordu. Sesler bazen uzuyor ve tizleşiyor, bazen de kısalıp çabuklaşıyordu. O sadece sesleri duyuyor ve içinden, ta ruhunun derinliklerinden geldiği gibi çıkarmaya çalışıyordu.

O sesleri dağlar taşlar, kurtlar kuşlar ilk kez duymuyordu. Aslında o sesler Torosların cümlesinde vardı. Dağdaki baltanın, çeşmeden akan suyun sesinde onlar saklıydı. Dağlarda pıskıran tekelerin melemesinde, kayalarda yankılanan gök gürültüsünde onlar gizliydi. Hatta kaval sesi bile vardı bir yerlerinde.

Musa kendi ses dünyasındaki zenginliklere kaptırmış sürekli çalıyordu ağzıyla. Bazen fısıldar gibi, bazen de gümbür gümbür… Anasından nenesinden bir ezgi dinler gibi. Komşudan bibisinden bir çığlık işitir gibi ezgileniyordu.

O günden sonra Musa kimseyle konuşmadı. Ne zaman gökyüzüne bir bulut ağsa yalın ayak, başı kabak, içi titreyerek mezarın başına vardı ve içinden geldiği gibi ağzıyla bu ezgileri çaldı.

O ezgiler halkın içinde dönüp durdu. Bazen azaldı, bazen çoğaldı. Bazen alçaldı, bazen yükseldi. Ama hep bir yerlerden insanların içine çağıl çağıl aktı. Onları temizledi, arıttı. Tıpkı yağan yağmurların ortalığı yıkayıp arıttığı gibi.

Yağmur bazen pisen pisen yağardı, bazen de siyim siyim. Ta yukarılara kar yağarsa, aşağılara da ince, belli belirsiz yağmur atardı. O ise hep çalardı. Nasıl atarsa atsın, Elif’in mezarının başına varır, gözlerini bulutlara diker, boyuncuğunu bir yana büker ve ağzıyla bu ezgileri çıkarırdı. Diliyle, dişleri dudaklarıyla, damağıyla, tüm varlığıyla… Sevenlerin sabrı ve anlayışıyla…

Birgün köylü Musa’yı köyde göremedi. Aradılar, taradılar. Yer yarılmış, içine girmişti sanki. Ama Toros dağlarındaki kurdun kuşun sesi, yabanın yazının kokusu, Yörüğün Türkmen’in sevgisi giyinir kuşanır yayladan gelir, dereleri koyakları doldurur. Gündüzleri gün ışığıyla geceleri ay ışığıyla harmanlanır, yeni doğmuş bebeklerin seslerine, genç kızların kahkahalarına, yaşlı kadınların ağıtlarına siner. Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa akar gider.

Musa bu metni okuyunca, “Hocam sen n’ettin? Beni deli etmişsin…” deyiverdi. Hoca, “Dedem, dedi, bunun üç sebebi var: Birincisi, deli ile veli arasındaki fark bir tıktan ibarettir. İkincisi, her aşık biraz delidir. Üçüncüsü de kişi azıcık deli olmasa o sesleri bulamaz. Çünkü deli, kafasının da yüreğinin de kapıları sonuna kadar açılmış kişidir.”

Ne desin Musa? O kendine has gülücük geldi, dudağının kenarına oturdu. Başka da bir şey demedi.

18 Ağustos 2023, Antalya

{ "vars": { "account": "G-D88DGY52YP" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }