Ah bu kazan, ne anlamlara gelir, ne çok karşılığı vardır Türkçemizde.
Büyük kaynatma kabı; çamaşır kazanı, su kazanı, pekmez kazanı, makinelerde buhar kazanı, ısıtmada kalorifer kazanı, kazanmaktan gelen kazan buyruğu, İngiliz’den çalıntı, kandırmaca “kazan kazan” siyaseti… Tarihteki kazan kaldırmalar… Dede Korkut destanındaki yağız al atlı Salur Kazan… Kazan hanı Canbek Han. Ankara’nın Kazan ilçesi, adını Ankara Savaşı’ndan sonra yenilen ordunun geride bıraktığı kazanlardan alan.

Evde kazan kaynaması, iyilik, bereket, sağlık, kazanç…

Nasrettin Hoca’nın kazan gülmecesi akla gelir bir de, kazan denilince. Hani komşusundan ödünç aldığı kazanı kullandıktan sonra geri verirken içine bir tencere koyan hocanın, kazan doğurdu diyerek açıkgöz komşuyu önce sevindirmesi, ikinci kez kazanı ödünç aldığında ise bu kez geri vermeyip komşuya, kazanın sizlere ömür.” demesi. Kişi her olayı kendine yontar, önce kendi çıkarı gelir, gerisi önemsizdir. İşte insanın bu zayıf yönü gösterilir burada:

Hiç kazan ölür mü Hoca?

“İlahi komşu, kazanın doğurduğuna inandın da öldüğüne neden inanmıyorsun?”

Kazan ölmez ama öldürürmüş. Babaya oğlunu öldürtürmüş. Bunu da görecekmiş toplumumuz Hoca’dan yüzlerce yıl sonra.

Bursa’da kazan cinayeti işlenmiş aile arasında. Duyduk görüldük bir şey değil, baba oğlunu öldürmüş. Kazan yüzünden öldürmüş:

Benim kazanım, ben aldım. Aşure kaynatacağım.” “Vermem salça kaynatıyorum.”

Verir misin, vermez misin? Oğul (30), kazanı isteyen babasının (54) üstüne baltayla yürümüş. Balta darbesinden kendini sıyıran baba bir koşu evden tüfek almış, oğluna doğrultmuş. Oğul baltalı, baba silahlı…

Evin dedesi ninesi oğullarıyla dargın, kavgalı, ölen ise öz torunları…

Resimde, yerde, betonların üstünde (kapılarının önü), kırmızı etli biber yığını, salça yerine kana bulanmış kazan. Yozlaşmanın en üst örneği insanlar topluluğu, ailenin ailelikten çıkışı… Düşmanlarımızın tam da istediği bu… Betona tıkılmış, doğadan koparılmış köylümüz.

Toplumun en küçük birimi hastalandırılsın; birey olarak kalınsın, yalnızlaştırılsın insanlar, sevgi saygı bağları çözülsün, araya toplum virüsleri sokulsun, ulu, sözü dinlenen kişiler ortalıktan çekilsin, oğul babayı tanımasın, baba oğluna kin gütsün, büyük anne taraf tutsun, dede torununu kışkırtsın, gelin sürünerek yerlerde kovboyculuk oynasın, çenesini bir kapayamasın…

Kazan ortada kalsın ne ona ne buna yarasın.

Bursa, Yıldırım ilçesi, İsabey Mahallesi’nde geçiyor olay. Mahalle dendiğine bakmayın orası köydür. Köyleri kaldırıp adlarını mahalleye çevirdiler, unuttunuz mu? Köy, köylü yok, mahalle, mahalleli var bu son yıllarda, yeni Akapeli düzende.

Gazetecilerimiz de yeni model. Çeviri Türkçesi gibi Türkçeleri, sonradan Türkçe öğrenen birinin bozuk Türkçesiyle yazıyorlar haberleri.

Gelin şu anlatımdan bir şey anlayın:

“Nuri Y.'nin, babası Sami Y.'nin evine giderek, salça yapmak için kullanılan kazanı almak girişiminde bulundu.”

Haberi en az altı yedi kez okuyan biri olarak size yardımcı olayım:

Nuri, Sami adlı kişinin oğlu, evli iki çocuklu biri. Sami’nin babasının adı da Nuri. Kafanız karışmasın. Sami, oğluna babasının adını vermiş. Yani, Sami; baba, oğlunu öldüren baba, Nuri de, onun öldürdüğü oğlu. Diğer Nuri, olaya karışan, oğlu Sami ile arasında eski bir düşmanlık olan kişi, büyükbaba. Baba Sami, salça yapan oğlunun yanına giderek kazanı istemiş, onların salça yapmalarına izin vermemiş, kazan benim, kazanı ben aldım, demiş.

“Sami Y.'nin husumetli olduğu oğluna tepki göstermesi, olaya torunuyla aynı isimi taşıyan 75 yaşındaki dede Nuri Y.'nin katılmasına sebep oldu.”

Şimdi gazetecinin arapsaçı gibi sözleri biraz anlaşıldı değil mi?

“Dede ve torunun babayı darbetmesi üzerine, şiddete uğrayan Sami Y. de pompalı ile karşı geldi. Baba Sami Y., silahının tutukluk yapması üzerine olay yerinden kaçtı.”

Kişileri anladık anlamasına ama olay yine karıştı:

Burada kim kime saldırmış, pompalı tüfek kimde, kim kimi vurmuş, silahın tutukluluk yapması üzerine kim kaçmış kurtulmuş, karma karışık anlatılmış, dedik ya anlatım arapsaçı…

Aynı adı taşıyan dede ile torun, burada, kazanda salça yapmak isteyenler Nuri ile dedesi. Bu ikisi, kaynayan kazanı geri isteyen Sami’ye saldırıyorlar. Saldıranlar Sami’nin oğlu ile babası. Saldırılan, dövülen kişi Sami, birinin oğlu, diğerinin babası.

“Ambulansla Gürsu Devlet Hastanesi'ne sevk edilen 2 çocuk babası Nuri Y. yaşamını yitirdi. Polis tarafından ele geçirilen baba Sami Y., çıkarıldığı mahkemede tutuklanarak, cezaevine konuldu.”

Bu son bölüm iyice bozuk bir dille yazılmış. Kişilerin soyadı neden yazılmamışsa, mahkemelik bir olay, soyadını ne kadar saklayacaksınız? Sonra soyadı eğer yalnızca baş harfiyle belirtilecekse, Y’nin yanına tek nokta konulur. Ne o, önce nokta, yanında virgül imi? Ad ek alırsa, yukardan kesme imiyle de ayrılır. "İki çocuk, yazıda, "2 çocuk" olarak değil, yazıyla, "iki çocuk" yazılır, bu kuraldır. Sonra, cankurtaranlara ambulans demek nasıl bir iştir? Hiçbir anlamı olmayan yabancı dilden bu garip söz herkesin ağzında. Özenti, dile sevgisizlik değil de bu nedir?

Bu sözlerin hemen ardından mahkeme sahnesine geçiliyor:

“Mahkemeye çıkan tutuklu sanık Sami Y., Bursa E Tipi Cezaevi'nden SEGBİS ile katıldığı duruşma salonunda, taraf avukatları ile maktul Nuri Y.'nin eşi Gamze Y. müşteki olarak hazır bulundu.”

Kolay mı, SEGBİS’i de bileceksin, “Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi”nin kısaltılmışı imiş. Son günlerin moda yöntemi. Adalet sistemi çağ atlamış (?). Maktul, müşteki, eskimiş eski Arapça sözler, yeniden kullanımda. Şuna; öldürülen, şikayetçi demek varken…

En acısı da, oğlunu salça kazanı için öldüren babanın olayı anlatma biçimi:

''Olay günü malzemelerini aldığım aşureyi kazanda yapacaktım. Onlar kazanı kullanıyordu. 'Bu kazan benim' dedim.”

Ah Türkçemiz vah Türkçemiz. Halkımızın dilinde bu durumlara mı düşecektin?

Türkçeyi nasıl unutturdular, nasıl dilsiz bıraktılar halkı… Yazıdaki yazım yanlışlarına bakınız. Gazeteci bunu yazan. Ya, babanın anlatımı? Konuşmayı yeni öğrenmiş bir bebek gibi:

Aşureyi kazanda yapacaktım.” (Yok ya?)

Onlar kazanı kullanıyordu.” (Vah vah!)

Bu kazan benim, dedim.” (Aman da aman!)

Bizim bildiğimiz, çekiştirme; birden çok kişinin aynı anda bir eşyayı birer ucundan tutarak başka yönlere çekmesi, paylaşamama. Birinin eteğini, kolunu çekiştirmek, dikkatini kendine çekmek. Bir şeyi çekiştirip durmak, o şeyle oynamak, o şeyi düzeltmek, ellemek.

“Kazanı çekiştirdiler, bir arbede oldu, kazanı bana vermediler. Bu esnada oğlum Nuri, başıma balta ile vurdu. İkinci kez vurmak isterken ben engel oldum.”

Gözünüzde canlandırın. Ortada bir kara kazan, diyelim ki, iki kulplu bir kazan. İki ucundan çekiyorlar. Paylaşamıyorlar, o çekiyor kendine, öteki çekiyor kendine. Çekişenlerin hepsi aynı aileden. Ana baba, evlat, torun, gelin… Çekiştirdikleri bir çocuk olsa eli kolu kopacak. “Arbede” olmuş. Arapça asıllı bu sözün Türkçesi; karışıklık, kargaşa. Çatışma. Patırtı kopması. Sanırsınız düşmanla dövüşüyorlar.

Kazanı sen alacaksın ben alacağım kavgası. “Kazanı bana vermediler,” diyor. Arbede dediyse kazanı bana vermediler denmez. Kazanı ellerinden alamadım, kavga dövüş oldu dersiniz buna.

Bu esnada, yani o anda oğlu başına balta ile vurmuş. İkinci kez vuracakmış, engellemiş oğlunu.

Oğulun babasının üstüne yürümesi olacak şey midir? Nerde görülmüştür? Ne zaman bu kadar yozlaştı insanlarımız? O haksız yere hapse atılan şarkıcı Halil Sezai’nin durumuna benzemiş bu saldırı. Komşusu nasıl kışkırtıyor, vur bana der gibi şarkıcının çevresinde dolanıyordu arsız arsız.

Balta ile başa vurulunca hem o baş yarılmaz mı, parçalanmaz mı, dirseğiyle vurdu der gibi. Olanı biteni bile akla uygun anlatmaktan aciz insanlarımız… Oğulun babaya vurması olabilecek bir şey mi? Bunu yapanlara deli demez miydik eskiden? Baltayla babasının üstüne yürüyen biri tımarhanelik delidir. Akıl hastasıdır. Hemen bir sağlık merkezine kapatılmalıdır. Böyle, normal, bir film anlatılır gibi nasıl anlatıyorlar, inanılmaz!

Oğlunu öldüren babanın son sözleri:

“Keşke onun yerine ben ölseydim ama ölümden korktum. Annem bizi mahvetti. Aslan gibi çocuğumdu.”

Bir de oğlunu öldüren Sami’nin babasının olayı anlatışı var. Okurken insanın nutku tutuluyor. Bu nasıl baba, bu nasıl dede?

''Olay günü biber salçası yapacaktık. Oğlum, “Kazanı ben aldım, kullanamazsınız” diyerek dağıttı.”

Dede de bebek gibi konuşuyor. Neyi dağıtmış oğlu belli değil. Ateşi mi, salça yapılacak biberleri mi? Ortalığı mı dağıttı?

“Beni ateşin içine attı. Pantolonum yandı. Çocuğuna balta ile saldırdı. Tüfeğini alıp, geldi. Sanık oğlum tüfekle iki el bana ateş etmek istediğinde tüfek patlamadı. Bana dipçikle vurdu. Dipçik kırıldı.”

Of ki of! Demek salça yapılmaya başlanmışmış. Ateş yandığına göre. Oğul babayı ateşe atıyor. Aman aman, cehennemi yaşamışlar, insan düşmanını ateşe atmaz. Oğul babayı atıyor. Nasıl ateşe atılmaksa yalnızca pantolonu yanıyor atılanın. Babasına tüfeğin dipçiğiyle vuruyor, öyle şiddetli vurmuş ki dipçik kırılıyor. Olacak şey değil anlatılanlar, abartı müthiş! Oğul babaya iki kez ateş ediyor, tüfek tutukluk yapıyor, bir şey olmuyor. Sonra babasını bırakıp, Sami, oraya tekrar gelen oğlunu öldürüyor.

Bu anlatılarda ilginç bir durum daha var. Sami annesini suçluyor. Ölen torun Nuri ölürken başına gelen dedesine; “Senin karın yüzünden oldu!” diyor. Babaannesi için dedesine, “Senin karın… ”diyor. Tüm sınırlar aşılmış.

Suçlanan büyükanne (72) yoksa analık mı, öz anne değil mi? Şu ifadesine ne demeli?

“Dede Nuri’nin eşi, Sevim de, oğlunun, torununa iki el ateş ederek öldürdüğünü söyleyerek, ''Silahı kocamın üzerinde parçaladı'' dedi.”
Kadının oğlu katil olmuş. Yoksa üvey oğlu mu? Bilmiyoruz. “Silahı kocamın üzerinde parçaladı.”

Hay kocanız batsın! Eskiden adıyla bile seslenmeye çekinirdi eşlerine büyüklerimiz. Saygı sevgi egemendi evlerde… Şimdi bir “koca ana”, evli barklı oğlu için, kocama vurdu diyebiliyor. Oğlum, babasına vurdu diyeceğine. Hay utanmayı arlanmayı unutan insanlar!

Bu kadar mı düştü insanlık? Bu kadar mı aileyi batırdılar?

Aynı yerde oturan bir büyük aile böyle mi olmalıydı? Ne zaman bu kadar aşağılara inildi?

Nerede kazanlara tekerleme düzen halkımız?

“Kırk kazan, kırkının da kulpu kırık kırk kazan”a ne oldu?

Kırk gün kırk gece süren düğünlerde kaynayan kazanlar nerede?

Kaygusuz Abdal’ın; “Kaynatırım Kaynamaz” dizelerini nereye koyalım, ne edelim?

Bir kaz aldım ben kadıdan / Boynu da uzun borudan /Kırk abdal kanın kurutan / Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.” diye başlayan, kazanla süren:

Kaza verdik birkaç akçe / Eti kemiğinden pekçe /Ne kazan kaldı, ne kepçe / Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.”
*
Şimdi kulaklarımızda oğluna kıyan babanın ibretlik sözleri:

Keşke onun yerine ben ölseydim ama ölümden korktum.”

Gönlümüzde de atalarımızın yol gösteren ulu sözleri:

Kazan kaynar, dibine çöker.”

Kazanı kaynatsalarmış, ateşi dağıtmasalarmış… Sonra kaynayanlar dibe çöker kırgınlıklar yatışırdı, cana kıyılmazdı, bir kazan için köy yerinde, yerin dibine batılmazdı, insanlık ölmezdi… Aileye dokunulmazdı…

Atalarımız söylemiş bunu da;

Kaynayan kazan kapak tutmaz.”

Toplum kaynıyor, eğitimsiz, yoksul bırakılmış, köylerinden koparılmış kesimler içten içe kaynamakta. Böyle giderse daha çok kazanın kapağı açılacak…

Ne kazanlar patlayacak…

Kazlar bir türlü kaynamayacak… Pişmeyecek…

Feza Tiryaki, 22 Ekim 2020

Yazarın diğer Makaleleri