Yolculuğa çıkmalı insan arada bir. Kimi zaman kendi içine kimi zaman yaşadığı şehre, ülkeye, dahası yeryüzüne...

Mekânların insanın üzerinde hem maddi hem mânevi tesiri büyüktür. Şifâdır kimi zaman mekânlar, iyileştirir, doyurur, doldurur, tamamlar. Yalnız gözle görmek değildir mekânlarla kurulan ilişki. Mekânların ruhu da sirayet eder insana. Bulunduğu yere göre etkilenir insan. Kişilik ve kimlik kazanır.

Mânevî olarak derin ve güçlü bir mekândan, bir mâbetten, beni çepeçevre saran iz düşümlerinden bahsetmek istiyorum, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin türbesinden.

Öncelikle bu gönül insanının mânevi havasının tüm şehre, yani Konya’ya yansıdığını görüyorsunuz. Mekana doğru adımlarken sokakları, Selçuklu tarihinin ve mimarisinin hâlâ ayakta duran eserleri eşlik ediyor size. Âdeta ön hazırlık yapıyor ruhunuzda mânevi huzura varmadan önce. Geniş ve ferah bir alan karşılıyor, huzur ikram edercesine. XVI. Yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen, kaynaklarda Câmi-i Cedîd, Câmi-i Şerîf-i Sultan Süleyman şeklinde kaydedilmiş, daha sonra bitişiğinde II. Selim’in inşa ettirdiği imâretten dolayı II. Selim’e mâl edilerek, Sultan Selim Camii olarak anılan, narin detaylarıyla dikkat çeken cami süslüyor bu alanı, ve hemen yanında görkemli kubbe-i hadrâ; yeşil kubbesiyle mevlevî hane duruyor karşımızda. Mâbed yüksek avlu duvarları ile çevrelenmiş. Mâbede giriş dört kapıdan sağlanıyor.

Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından Konya’ya davet edilmesi üzerine kendilerine tahsis edilen sarayın bir bahçesi olduğu söylenir bu alanın. Bahaeddin Veled, Mevlâna ve oğulları vefâtlarından sonra buraya defnedilmişler. Zamanla Osmanlı padişahlarının yaptıkları eklemelerle bir külliye halini almış. (Üç kıtaya yayılan yaklaşık 140 mevlevî hanenin yönetildiği yerdir aynı zamanda burası.)

Dergah büyümeye başlayınca çevresi de cazip hâle gelmiş, yerleşim artmış, küçük bir şehir oluşmuş.

Bilindiği gibi Mevlana’nın erkek oğulları tarafından gelen erkek evlatlarına “Çelebi” denir. Bunlar dergahın kuzey batı tarafından bulunan mahallede oturmaya başlamışlar, bu yüzden buraya Çelebi Mahallesi denilmiş, bu mahalleden gelenlerin girdiği kuzey kapısına da Çelebiyân Kapısı denilmiş.

İkinci kapı dergahın kuzey doğu yönünde bulunan “Küstehân Kapısı”dır. Basık kemerli söveleri mermer bir kapıdır bu.

Mevlânâ’nın 21. Kuşaktan evlâdı Celâlettin Çelebi’den bu kapının adının “Küstâhân Kapısı” olduğu öğrenilmiş. Kapının bu ismi alma nedenini de şöylece izah etmiş Çelebi:“Hatalar zincirine devam eden ve bu nedenle Dergâhtan uzaklaştırma cezası alan dervişler, akşam ezanından sonra bu kapıdan çıkartılırdı. Bu nedenle bu kapıya, “Küstehân Kapısı” adı verilmişti.”

Bir diğer kapı da dergâhın batısında yer alır. Bu kapı da ahşaptan yapılmış, kemeri basık, iki kanatlı, söveleri mermerdir. Ve kanatlarının üzerlerinde, bronzdan yapılmış tokmaklar bulunur. Esâsen ana giriş kapısıdır ama, dervişlerin de girip çıktıkları kapı olduğu için, bu kapıya “Dervişân Kapısı” da denilmiştir.

Gelelim son kapımız olan Hâmûşan kapısına. Farsçada mezarlıklara susanlar yurdu ve susmuşlar anlamına gelen Hâmûşâne veya Hâmûşan denir. Geçmişte bu kapı, hemen önünden başlayan üçler mezarlığına açılırmış. Bu nedenle dervişler bu kapıya “Hâmûşân Kapısı” demişler.  II. Abdülhamid’in mermer üzerine işlenmiş tuğrası kapının hemen üzerinde durmaktadır. Âdeta atalarınızı unutmayın dercesine...

Evet, sanırım bizler bir çok hata yapan, hatalarından da ders çıkarmayan cürümkârlar olarak Küstehân Kapısından girerdik bu gün yaşamış olsaydı gönül sultanın huzuruna...

Ama şunu bilmek biraz serinletiyor insanın yüreğini; “ Ne olursan ol yine gel!” değil miydi gönül sultanın düsturu... Bu hoşgörü, mekânın her köşesine sirayet etmişti âdeta. Tarifsiz bir huzur, ince bir heyecan doluyordu insanın ruhuna, avluya girdiğiniz zaman. Zarif işçiliği ve ince detaylarıyla bir şadırvan süslüyor mâbedin bahçesini ve hemen karşısında tedrisat hücreleri, semâheneler ve mescid bölümleri bu mânevi ortamın tamamlayıcısı olarak yer alıyor. Şadırvanla arasında kalan bölümde Selsebil çeşmesi bambaşka bir hava katıyor bu güzelliğe. Sonra o görkemli kapı karşılıyor sizi. Ahşabın asaleti, ustaların maharetiyle işlenmiş desenlerinle, buyurun letâfete, buyurun nezakete, buyurun muhabbete diye mânevi huzura çağırıyor sanki kapıya gelenleri...

İçeriye girince hüzün ve sevinç arası bir duygu sağanağı yayılıyor ruhunuza. Huzura çıkmanın sevinci, dönemine rast gelememenin hüznü... Uzun uzun kalmak istiyor insan, hoşgörünün rayihası sinsin diye benliğine. Ve aklımın bir köşesinden şunlar geçiyor; Nereden nereye geldi insanlık... İç çekiyorum biraz derinden. Biz bu güzel hasletleri ne zaman kaybettik? Zamanda ilerlerken insanlığa dair güzellik elbiselerini birer birer çıkardık. Yoksul kaldı insanlığımız, çıplak kaldı vicdanımız, aç kaldı ruhumuz muhabbete yönelmeyeli...

Bu duyguların karantinası altında dolaştım mâbedi. Tefekkür ettim temaşa ettim içeride bulunan mübareğin, âlinin, diğer hizmet ve ilim ehlinin kabr-i şeriflerini. Bunun yanında o günden bugüne gelen kıymetli eserleri...

Ciğerlerime çektiğim huzur, ruhuma depoladığım hoşgörü, üzerime sinen muhabbetle çıktım dergâhtan. Bütün bu güzellikleri yüksek bir yere çıkıp savurmak geldi içimden, samimiyetsiz şehirlerin ve hoşgörüsünü kaybetmiş insanlığın üzerine...