“Bayram geldi neyime” der ya bir türkümüz, derdini söylerken, anasına acıyla seslenirken, günümüzde aynı söz, iş çokluğundan söyleniyor buralarda. Bayramı eskilerdeki gibi kutlamak, ailece bir araya gelmek olasılığı yok artık.
Ülkemizde de bayram kavramı uzun yıllar önceden değişmedi mi? Bayram tatille özdeşleştirildi, bayramlaşmanın, aile buluşmalarının yerini telefonlaşmalar, bilgisayar, cep telefonları üzerinden yazışmalar almadı mı?
Hani nerede, bayramlara haftalar kala yazdığımız bayram kutlama kartları, bayram mektupları?
Büyüklerimizin elini öpmek, küçükleri sevindirmek, kalabalık bayram sofraları neredeyse anılarda kalacak.
Burası gibi küçük yerlerin hakkını yemeyelim, yine de bayramı yaşatanlar, geleneklerini gelecek kuşaklara göstererek aktaranlar var.
Buranın en güzel adeti, bayram öncesinde yani arife günü topluca yapılan mezarlık ziyareti. Köyün imamı ikindi ezanını o gün köyden epeyce uzak “Alan” daki mezarlıkta okuyor, namazı orada kıldırıyor, ardından toplu dua ettiriyor. İsteyenler tek tek yakınlarının mezarlarını dolaşıyorlar daha sonra da. Bu, cami hoparlöründen duyurulan etkinliğe sekiz on kişi ancak gidermiş, iş yoğunluğundan köy halkı katılamazmış ama olsun. Bunu az kişiyle de olsa yaşatmak; çocukların gençlerin etkinliği kulaktan duymaları bile yeter.
Hele hele yakınlarda şehitlikler varsa, bayram öncesi şehitliklerin dolaşılması, şehitlere gönül borcunun (şükran) bu yolla da gösterilmesi ne yüksek bir davranıştır.
Yine böyle küçük yerleşimlerde bayram namazı çok erken kılındığından köyün neredeyse tüm erkekleri topluca bu törene katılabiliyor, namaz sonrası herkes birbiriyle bayramlaşabiliyor. Ev gezmeleri de iş bitiminde, gece yapılıyor.
Kale köyünün yenice onarılıp, kullanıma açılan, yıkıntı halinden kurtarılan küçücük camisinin avlusunda bayram sabahı olanları da buradan duyurmalı. Birbirleriyle küsleri, köy halkı ortalarına almışlar, çevrelerinde el ele tutuşulmuş, küskünler barıştırılmış...
Son yıllarda gözlemlediğim bir durum da, artık köy çocuklarının toplaşarak bayram sabahları köyde ev ev dolaşmamaları.
Eskiden kimseyi, hiçbir evi ayırmadan sırayla gezerlerdi. En güzel giyimlerini giyerler, ellerinde naylon torbalar, topladıkları şekerleri içine doldururlardı. Genç kızlar, delikanlılar da ayrı gruplar oluştururlar, evleri gezerlerdi. Çoğu kez, içeri girmeden kapıdan dönerlerdi. Buralarda kapı önü ev içi demek. Kışı yok ki buranın, ha ev içindesin, ha dışarda kurulan üstü kapalı oturma alanlarındasın.
Bu bayram yazısını köyün bir kadın anasından derlediğim bir iki maniyle, tekerlemeyle bitireyim:
Hatice Hanım, annesinden öğrenmiş söylediği bu manileri, öyküleri. O da anasından öğrenmiş. Ben de torunlarıma anlatıyorum diyor. Zincir bozulmadan gelenekler sürecek...
Köye gelen konuklardan genç bir kadın sahilde çocuğunun ayaklarını suya sokarken evinin kapı önünde oturan Hatice Hanım’a sormuş:
“Hiç tekerleme bilir misin?”
Tam üstüne basmış konuk. Bilmeden bir bilge anayla karşılaşmış. Bakın nasıl yanıtlamış bu isteği Hatice Hanım:
”Hacıdan hocadan, / Arıdan, karıdan, / Karanlık geceden,/ Dingildeyen kötekten/ Kızımı verece’m diyen anadan; Kork!”
Kadıncağız şaşırmış. Başlamış sormaya, kötek ne, dingildemek ne, şu ne bu ne?
Hatice Hanım’ın açıklaması gayet anlaşılır şekilde:
"Hacı hoca derken cinci hocaları deriz. Arı iğnesiyle, insan (kadın) diliyle sokar. Karanlık gecede bir şey göremezsin, korkudan korkarsın. Ormanda çalı toplarken kıpırdayan bir dala uzanırsın kolayca çekip çıkarayım diye. Çıkmaz, canın çıkar yerden sökemezsin dalı. Kızımı verece’m diyen ana da seni oyalar, her işine koşturur."
Bunları bana anlatırken birden:
“Ah gençlik!” demişler. Neden demişler?” diye sızlandı. “Vakit neyle geçecek? Bunları deyip oyalanıyoruz.” Sonra dilden dile gezen, her dinleyenin güldüğü bir küçük öykü anlattı:
Degol’ün (köyün yerlisi, takma adı Degol) dedesi Gömbe’de çam ağaçlarına bakan bir kaya dibine oturmuş, şöyle seslenirmiş:
“Hey çam ağaçları, benim gibi yiğit gördünüz mü?”
Bunu diyor, hem bizi güldürüyor, hem kendi gülüyor.
Bir de yağmur duası töresi anlattı. “Martıbal” denirmiş bu törene. Çok eski bir töreymiş. Kızlar arasında yapılırmış. Kızlardan biri gelin gibi giydirilir, başı yüzünü örten bir örtüyle kapatılır, önüne içi su dolu bir bakır leğen konurmuş.
Kızlar manilerle, türkülerle leğene türlü eşyalar atarlarmış. Çatal, düğme, anahtar, zincir... Gelin kız kimin ne attığını bilir geri verirmiş. Üçüncü gün, defne dalıyla suyu odaya püskürterek dökerlermiş. Manilerinin biri şöyle:
“Martıbalın mal olsun. / İçi dolu gül olsun.” / Martıbala gelenin / Ayacığı çamur olsun.”
Hatice Hanım, enişteli bir maniyle de bizleri güldürerek düşündürdü:
“Cami önünden geçtim / İpek şemsiye açtım./ Eniştemi görünce/ Nişanlımdan vazgeçtim.”
Sözün burasında eniştelerin epey kulağı çınlatıldı:
“Enişteleri sevmem. Gelen hazıra konuyor, gelen oturuyor.”
Ya şu çoban kızı ile çobanın düzdüğü manilere ne diyeceksiniz?
Çoban Mehmet, Meryem’e tutulmuş. Karşılıksız bir sevda:
“Siyah manto zarafta / Git İzmir’e sür sefa. / Benim bir sevdiğim var / Kara gözlü Mustafa.”
“Çayiçini kazmalı / Miniram kara yazmalı / Miniram Mehmet’e varırsa / Mustafa’ya mektup yazmalı.”
*
Eskinin bayramları gerilerde kaldı. Hatice Ana’nın şu sözleri, eski zamanlarla günümüzün farkını anlatmıyor mu?
“Şimdi ne bayram biliniyor, ne eskinin konuşmaları, anlatmaları var. 14’lük lamba ışığında bir gecede bir buçuk metre kaneviçe işlerdim. Hep beraber maniler düzer, öyküler anlatır, geceyarılarına kadar konuşur gülüşürdük... ”
Eskiyi unutmayan, unutturmayacak yörük analarına, yörenin bilge kadınlarına, Hatice Ana’nın anısına, saygıyla, sevgilerimizle...
Bayramınız kutlu olsun...
Feza Tiryaki