Bir zamanlar Ramazan geldiğinde şehir sessizleşirdi. Sadece ezan sesleri yankılanırdı sokaklarda; iftar saatine yaklaşırken bir telaş başlardı evlerde. Lokantaların camları perdelenir, sokaklarda yemek yemek ayıp sayılırdı. Müslüman olmayanlar bile bu aya saygı duyar, dikkatli olurdu. Şimdi ise manzara bambaşka…
Artık Ramazan ayı, çoğu insan için sıradan bir zaman dilimi haline gelmiş gibi. Oruç tutanlar azınlığa düşmüş değil elbette, ama o saygı, o hassasiyet nereye gitti? Lokantalar tıklım tıklım dolu, cadde boyunca sigara dumanı yükseliyor. Bazıları Ramazan’a saygı duymak bir yana, oruç tutanlarla alay etmeyi marifet sayıyor. Bir zamanlar mahcubiyetle gizlenen davranışlar, bugün övünçle sergileniyor.
Bu bir zorbalık çağrısı değil elbette. Kimse kimseye oruç tutsun ya da tutmasın diye baskı yapmamalı. Fakat mesele sadece oruç değil; mesele birbirimize olan saygımızı, ortak değerlerimize olan bağlılığımızı yitirmiş olmamız. Mesele, "ben yaparım, kimse karışamaz" anlayışıyla toplumsal hassasiyetleri çiğnemek.
Toplum olabilmek, birlikte yaşamanın adabını bilmeyi gerektirir. Saygı, sadece aynı inancı paylaşanlar arasında değil; farklılıklara rağmen ortak bir zeminde buluşabilenler arasında da inşa edilir. Ramazan, sadece oruç tutanlar için değil; birlikte yaşadığımız herkes için bir empati, bir edep, bir huzur ayı olmalı.
Ne oldu bize? Belki de cevabı çok karmaşık değil: Değerlerimizi unuttuk. Güzelliklerimizi törpüledik. Ve en acısı, bunu normalleştirdik.
Ama hâlâ geç değil. Yeniden hatırlayabiliriz. Yeniden saygıyı, empatiyi, vicdanı ve edebi koyabiliriz hayatın merkezine. Çünkü bir toplum, ancak ortak değerleriyle ayakta kalır. Yoksa herkes kendi yolunda yürürken, aramızdaki köprüler sessizce yıkılır.