Güzel söz söylemek eskiden bu yana mucizeden, güzel söz söyleyenler de Allah’a yakın kullardan (haktan vergili) sayılagelmiştir. Nice çirkin yüzlü insan vardır ki tatlı dilleri sayesinde gittikleri her mecliste baş köşeye oturur. Kuşaklar onlardan hep bir şeyler öğrenir, onları hep hayırla yad eder. Bu yüzden her toplumda birçok kişi güzel şeyler söylemek için yanar tutuşur.

Eskiden şamanlar hem din adamı, hem hekim, hem de ozandır. Hem din adamı hem de ozan olmasının nedeni, insanların onların Tanrı’ya yakın kişiler olduğunu düşünmesindendir. Ozan sözle büyü yapan kişidir. Tanrı da güzel söylenen hiçbir dileği geri çevirmez. Çünkü Tanrı güzeldir ve güzeli sever.

Sadece hevesli olmak yetmez güzel söz söylemek için. Yetenekli olmak gerekir. Dili iyi bilmek, insanı tanımaya istekli olmak lazım. Akıllı, sabırlı, uyanık, derin bilgi sahibi, meraklı olmalıdır kişi.   

Şiir yazmak da öteki işler gibidir. Önce tezgâhı hazırlarsınız. Sonra başlarsınız araştırmalara. Güzel bir sözcük ya da imge buldunuz mu içiniz kıpır kıpır olur. Sözcüğün darasını alırsınız. İçini yoklarsınız. Rengine, tadına, kokusuna bakarsınız. İşinize yarayıp yaramadığını kontrol edersiniz. Yerine yakışıyorsa, öteki sözcüklerle uyum sağlıyorsa bırakın yerinde kalsın. Uyuşmuyorsa altına bir çizgi çekersiniz. Bekletirsiniz. Siz de beklersiniz. O sözcük orada demlenir. Güneşini ve suyunu alır. Zaman zaman yüksek sesle okuyup tadına bakarsınız.

Anlatırlar ki Mimar Sinan Süleymaniye’yi yaparken karkas binanın içinde uzun bir zaman nargile fokurdatıp sesini dinlemiştir. Siz de ortaya çıkan dizeleri dostlarınıza okursunuz. Kendiniz dinlersiniz. Ezgisi hoşunuza giderse kalır.

Şiir yazmak sürekli bir araştırma işidir. Metni cebinizde taşırsınız. Biriyle konuşurken, bir şeyler okurken, bir şey dinlerken, bir şeye bakarken sürekli aklınızın bir kenarında şiir vardır. Güzel bir şey yakalarsanız içinizdeki şair heyecanlanır. Güzel bir ezgi yakalamış bir besteci gibi, güzel bir renk yakalamış ressam gibi olursunuz. Ya da güzel bir yemek görmüş gurme gibi. O nasıl “Ben bunu mutlaka tatmalıyım” diyorsa siz de “Ben bu sözcüğü mutlaka bir şiirimde kullanmalı, ölümsüz yapmalıyım” dersiniz. Çünkü size göre şiirle sözcükler ölümsüzlüğün kapısını aralar. Gerekirse bir tadımcının içkiyi dili ile damağı arasında döndürüp kokusunu iyice içine sindirdiği gibi sözcüğü birkaç kez tekrarlarsınız.

Konuşmalarınızın konusu döner dolaşır, şiire gelir. Yeni bulduğunuz o sözcükten ya da imgeden söz etmek istersiniz. Zevki selimine güvendiğiniz dostlarınızla şiir konuşmak istersiniz. Herkesten sakladığınız bir dizeyi muhakkak onlara fısıldamanız gerektiğini düşünürsünüz. Öyle ki o dostunuzu göremezseniz çatlayacak gibi olursunuz. Telefonla ya da mektupla muhakkak o dizeyi veya dörtlüğü paylaşırsınız. Neler düşündüğünü merak edersiniz. İstersiniz ki sizi acımasızca eleştirsin. Çünkü o dostunuz zamanın size söyleyeceklerini peşin peşin söyleyecektir.

Yükseklere, hep yükseklere, daha yükseklere çıkmak istersiniz. Fikret’in “Doymaz beşer dedikleri kuş i’tilalara” dediği gibi iyiyi, en iyiyi ararsınız. İçinizde hep bir eksiklik duygusu kalır.

Şiir nedir ki? Yenmez, içilmez… Giyilmez, üstüne binip gezilmez. Gözle görülüp elle tutulmaz. O yüzden avam tayfası arasında pek itibarı olmaz. Şiir yazmak için emek sarf etmektense taşı taş üstüne koyup bir duvar yapmak daha doğru. Ya da dört bamya doğrayıp bir yemek yaparak nefsi körletmek.

Ama insanoğlu insanoğlu olduğunu sadece karnını doyurmanın yetmeyeceğini anladığı zaman fark etti. Doğal çevrenin üstüne bir şeyler eklenince var olabileceğini kavradı. Böylece sözü, rengi, hareketi, sesi kendi yeniden kurguladı. Adına sanat dedi. Sanatın anlattıkları ile yerden yükselmeye başladı. Güzel türkülerle yunup arındı. Güzel bir tablonun ya da dansın karşısında muazzam bir haz duydu. “Estetik haz” denen bu duygu ile ayakları yerden kesildi. 

SOMSÖZ: ŞİİR BÜYÜDÜR, ŞAİR BÜYÜCÜ.