Söz arasında bizde sadece gıdanın değil, her şeyin har vurup harman savrulduğunu söylemiştik. 60 yıllık hayatımızda bu sözümüze delil olarak gösterebileceğimiz binlerce örnek vardır. Bunlardan bazılarını farklı başlıklar altında ele almak istiyoruz:

SU İSRAFI: Daha düne kadar ülkemizin çok geniş bir coğrafyasında vahşi sulama yapılıyordu. Vahşi sulamada bitkiye lazım olan suyun 5-10 katı fazla su harcanmaktadır. Bu tür sulama hem emekli ve zahmetli hem de bitkiye zararlıdır. Ülke olarak kapalı sistemle, bireysel olarak da damlama sistemle sulama yaptığımız zaman su kaynaklarımızı daha sağlıklı kullanmış olacağız. Elmalı’daki Gömbe barajından kapalı sistemle sulama yapılmakta ve bütün ovada su sıkıntısı yaşanmadığı söylenmektedir.

SÖZ İSRAFI:

İnsanoğlu söz söylemeye o kadar meraklıdır ki. Dil denen keskin kılıcı rastgele sallamaktan, ötekine hakaret edip berikinin dedikodusunu yapmaktan, onu kırıp bunu incitmekten bir türlü vazgeçemez. Hâlbuki “Boğaz dokuz boğumdur.” Hâlbuki “Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir.” “İnsan sözünü bilip bişirmeli, işini derip devşirmelidir.” Halbuki insan,”diyeceğini değil duyacağını düşünerek” konuşmalıdır. Bunun tek yolu vardır: Ağız boşluğu yapmamak. İnsanları kıracak, insanların arasını bozacak sözlerden kaçınmak. Bilmediği konularda konuşmamak, bildiği konularda da düşüncelerini her düzlemde savunmak.

GİYECEK İSRAFI: Yakın zamana kadar eski ve yamalı giymek ayıp sayılmazdı. Günümüzde ise çiftler çocuklarına çeşit çeşit elbiseler alıyor, birkaç kez giydirdikten sonra gardolaba atıyorlar. Zaten çocuk çok değil. Üstelik çocuk görmeye gelirken komşular ayrı neneler, dedeler, teyzeler... Bütün akrabalar ayrı elbiseler hediye ediyor. Çocuklar da bunları ya bir sefer giyiyor ya iki sefer. Küçük kardeşi giyer deseniz o da olmaz. Ya modası geçer ya da kardeş değişik olur.

Beyler ve bayanlar da giysi için büyük bütçeler ayırıyor, aldıklarını da birkaç kez giydikten sonra kullanmaktan vazgeçiyorlar. Her giysinin yazlığı ayrı, kışlığı ayrı… Piyasadaki reklamlar ve mağazaların uyguladıkları kampanyalar da bu tür israfı körüklüyor. Ayakkabının bir sürü çeşidi var. Giysiler ise sadece alt üst değil saçla ve makyajla bütün oluşturacak (kombinlenecek) şekilde alınıyor. Böyle olunca da giysiye ödenen paralar bütçede kara delikler açıyor.

Artık alışverişler ihtiyaçtan değil, keyif almak için yapılıyor. Bu da israfı körükleyen bir başka etken. Her düğüne, her toplantıya da aynı elbise ile gidilmez ki…

Bazı belediyeler (İstanbul’da, Antalya’da) birçok yere giysi kutuları koymuşlar. Bu kutuya atılan giysiler tertemiz yıkanıp ütülendikten sonra ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor. Bir ara bizde de olan bu giysi kutuları ne hikmetse ortadan çekildi. Belediyeye ikinci el giysi alıyor musunuz diye sordum. “Biz ikinci el giysi almıyoruz. Sorun çok çıkıyor. Ama ilk el giysi verilirse alıp ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyoruz” dediler. İkinci el giysiler ne yapılabilir bilemiyorum. Sanıyorum Finike ve Antalya’da ikinci el giysiler de yıkanıp ütülendikten sonra ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor.

Kumluca’da her gelir düzeyinden insan var. Yerel yönetim veya hayır kuruluşları bu konuda etkin görev üstlenirlerse giysi israfı önlenmiş olur. 100 bin nüfus az değildir.

Burada bir yanlış davranışa da dikkat çekmek gerekiyor. Bazı vatandaşlar Suriye’den, Afganistan’dan ya da ülkenin başka yerlerinden gelen vatandaşlara karşı bir sevgisizlik (antipati) duyuyorlar. Gerek gıda akışında gerekse giysi akışında kilitlenmeye neden olan bu sevgisizlik insanımız için büyük bir kusurdur. Hep ben yiyeyim, hep ben giyeyim, hep benim olsun… Hep ben… Hep ben… Bu ne dindarlıkta vardır, ne insanlıkta, ne de çağdaşlıkta. “Verebildiğiniz ölçüde zengin sayılırsınız” diyordu biri. Kaldı ki sizden ihtiyacınız olanı değil, ihtiyacınız olmayanı vermenizi istiyoruz.

EŞYA İSRAFI: Çağdaş yaşamda kullanılan eşyalar o kadar çoğaldı ki akıllara ziyan. Bir de eşyaların modası geçti, rengi attı, işimi görmez oldu gibi markaları çıkınca israf diz boyu hale geliyor. Kardeşimizin işini basit bir cep telefonu görecek, ama o gidip en pahalısını alıyor. Aldığı cep telefonunun bir sürü becerisi var, o sadece birkaç şey yapabiliyor. Çocuk normal bilgisayarda oyun oynayamıyor, hızlı bir bilgisayar, oyun konsolu ve kulaklık alıyor. Çocuk sandalyede rahat oyun oynayamıyor, koltuk ve masa da alınıyor. Bir bisiklet yetmiyor, dağ bisikleti, kalın tekerlekli bisiklet alınıyor. Normal diş fırçası ile dişler fırçalanamıyor elektrikli fırça alınıyor. Daracık eve ya da odaya büyük klima, büyük boy televizyon… Çocuklara rengârenk telli defterler, boy boy kalemler… Ve bunca eşya ya evde depoda saklanıyor, ya da üç otuz paraya hurdacıya satılıyor. İkinci eli de pekâlâ iş görebilecek olan bir eşya evkurculardan değil marka alınıyor ve aylarca taksidi ödeniyor. Sonra da “yoksulluk diz boyu” diye çığrışılıyor.

Eskiden insanlar paylaşmayı bilirlerdi. Bu yüzden yoksulluk pek büyük bir yara değildi. Şimdilerde ise insanlar paylaşmayı bilmedikleri için zenginlikleri başlarına bela oluyor. Çünkü evde tutulan her eşya fazlalıktır. Yer kaplar, bakmak gerekir, bakmasan başına bela olur. Bozulur, kullanılmaz hale gelir.

Çeşitli nedenlerle trafikten men edilen araçlar yed-i emine teslim edilir. Bu araçlardan Kumluca’da da var. Hiç yed-i emin deposunun önünden geçtiniz mi bilmem, o güzelim araçlar –ki içlerinde 200-300 bin liralık olanlar da vardır- yağmurda çamurda açık havada durur. Hurda olur çıkar. Hiçbir görevli de çıkıp demez ki “Yav bu milletin malıdır. Yağmurdan çamurdan esirgenmelidir.”

Biz israf ettikçe bazı uluslar kazanıyor. Ama biz kaybediyoruz. Dışarıya giden her insan, emeğini gittiği ülkeye on kazandırarak, yüz kazandırarak değerlendiriyor. Dışarıdan aldığımız eşyalar bize borç olarak geri dönüyor. Biz onları toprağımızı satarak, emeğimizi satarak, çocuklarımızın geleceğini ipotek ederek ödüyoruz. Bir gavur, “Borç en kötü yoksulluktur” demişti. Biz israf ederek yoksulluğun dibine vuruyoruz.

Artık biz eşya kullanımında da kapitalist sisteme teslim olmuş durumdayız. Elimizdeki eşyalarımızı düzenli ve verimli kullanmak yerine aldıktan üç beş yıl sonra hurdaya çıkarıyoruz. Eskiler, “Yalamayınca doyulmaz, yamamayınca giyilmez” derlerdi. Elbette kimseye yamalıklı elbise giyin demiyoruz. Ama alınan elbiseleri de hiç olmazsa birazcık eskitmeliler. Ana babalar çocuklarına bir çöp kibritin, bir tek toplu iğnenin, bir tek çivinin ne kadar önemli olduğunu ve israf edilmemesi gerektiğini anlatmak zorundalar.

Son zamanlarda betona o kadar çok para döküldü ki o paralarla yüz binlerce insana ekmek kapısı yaratılabilir, ülke ekonomik bakımdan düzlüğe çıkabilirdi.

SOMSÖZ: “RABBENA HEPBANA!” DEMEMEK LAZIM!