Ülkemizdeki birçok insanın yabancılara olan merakını gördükçe “Bunların babası yabancı mı acaba?” diyesim geliyor.

Biz bir yandan (öncesini geçelim) yirmi yıldır “Yerli ve milli…” diyelim, öte yandan dişimizle tırnağımızla kazanıp arttırdığımız paraları etek etek yabancı mallara dökelim. Toprağı işlemek, sebzeyi meyveyi işlemek, ağacı işlemek için alınan teknolojik ürünlere bir diyeceğimiz yok. Ama bizim ürettiğimiz geleneksel yiyecek içecek ürünlerini değil, yabancıların ürettiklerini tercih ediyor bunlar.

O kadar olsa razıyız. Moda, giyim kuşam, inanç gibi kültürel ögeleri de en uç noktasına kadar ithal ediyoruz. Hâlbuki en az 100 yıldır “Garbın teknolojisine evet, kültürüne hayır!” diyoruz.

Ama asıl erozyona dilde uğruyoruz. Kıytırık bir berber dükkânının adı bile yabancı. Çocuklarımızın adı ya Arapça ya da Farsça. Herkes çocuğuna bir yabancı dil öğretmek için debeleniyor. Hökümatımız çocuklarımız Kuran’ı Arapça aslından okuyabilsinler diye sürekli İmam-Hatip Okulu açıyor. Diyanetimiz sürekli kurs açıyor.

Bu kadar yabancı merakına karşı Tanzimat paşasının sözleri geliyor insanın aklına: “Siz dışarıdan, biz içeriden iki yüz yıldır uğraştığımız halde Osmanlı’ya diz çöktüremedik.” Bu durum dil ve kültür için biraz değişik: Bir yandan aydınlar, öte yandan halk Türkçenin tekrar yabancı dillerin esaretine girip uydurma bir dil olması için uğraşıyor, ama bir türlü diz çöktüremiyor. Üstelik yerli ve milli hükümetler zamanında oluyor bu iş. Fikir babaları “Kamusa uzanan dil namusa uzanmıştır” diyen milliyetçilerrrr (?) zamanında oluyor.

Turiste hizmet edeni de işyerine İngilizce ad koyuyor, yerli insanlara hizmet edeni de.

Dilimizde yerleşmiş yabancı sözcüklerin dilimizdeki yazımı ile de yetinmeyip ille de aslındaki gibi yazılacak. Artık şov değil, show. Telefon değil, telephone; “sportif” değil sportiv. Yüzyıllık “kadans” sözcüğünü “cadance” olarak görüp bir yaşıma daha girdim.

Çocuklarımıza Arapça, Farsça ya da başka dillerden adlar vermemizi de bu çerçevede değerlendirmek lazım. En yetkili ağızlar Türkçe’nin matematik gibi hesaplı, kitaplı bir dil olduğunu söylerken bizimkilerin devşirme dillere heveslerini nasıl açıklamalı bilemiyorum.

Ya yabancı müzik merakı? En iddialı olduğumuz alanlardan biri müzik olmasına rağmen kocaman ve itibarlı sayılabilecek pahalı mekanlarda yabancı müzik çalınıyor. Ve bir tek yurttaşımız da itiraz etmiyor.

Baylar! Bayanlar! Nereye gidiyoruz?

Dahası üç beş kişi Taksim’e yürümeye kalktığı zaman kat kat bariyerler kuran hökümatımız, dilimiz katledilirken parmağını kımıldatmıyor. Tam şairin dediği gibi: “Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler/ Vatandaş soyulurken aldırmıyor öksüzler” Tam şairin dediği gibi : “Savaşta çiğnetmedim hilali düşmanlara/ Barışta düştü üstüme gölge gölge haç (Yavuz Bülent). Ondan sonra da eğitimden sınıfta nasıl kalırız?

Dostlarım! Öğretenle öğrenen arasındaki dil bağı kopmuş ise orada eğitimden söz edilebilir mi? Edilemez. Çünkü orada her ikisi de ayrı dünyaların insanıdır, ayrı şeyler söyler, ayrı şeyler anlar.

Bu yazıyı okuyanlar yabancı dil öğrenilmesine karşı olduğumuzu sanmasın. “İki lisanın iki insan olduğunu bilmeyecek kadar eşşek değiliz. Bizim itirazımız milli değerimiz olan dilimize ve müziğimize müstemleke dili ve müziği muamelesi çekenlere ve onlara “Bunların sahibi var! Lütfen dikkatli olun!” diye sesini yükseltmeyenleredir.

SOMSÖZ: YABANCI DİL SEVENLERİN EN AZINDAN BABALARI YABANCIDIR.