Türkiye’nin ilk yerli otomobili “Devrim”, demirden bir gurur anıtı. 1961 yılında sadece 129 gün gibi kısa bir sürede üretilmiş, ama “benzin konmamış” gerekçesiyle tarihin tozlu raflarına kaldırılmıştı. Aradan geçen 60 yılda motoru durdu belki ama hikâyesi hiç durmadı.

Ancak bugün hâlâ bir ayrıntı var ki, bu trajikomik öykünün üzerine benzinden çok daha yanıcı bir sembol gibi yapışmış durumda: Devrim’in plakası yok!

Neden mi?

Çünkü menşe-i şahadetnamesi yok!
Çünkü yerli üretim olmasına rağmen “üretim belgesi” verilmemiş!
Çünkü kâğıt eksik!

Hayır, bu bir Kafka romanı değil. Bu, Türkiye’de “yerli” olmanın, “devrimci” olmanın karşılığının bürokrasiye çarpınca nasıl duvara tosladığının resmi.
Aracımız yerli. Ama ona plaka verilmesi için “menşe-i şahadetnamesi” lazım. Yani bir nevi “bu araba nereden geldi” belgesi. Oysa herkes biliyor: bu araba Eskişehir'de, Tülomsaş'ta üretildi. Ama resmi evrakta yazmıyor, çünkü yazılmasına izin verilmedi. O yüzden yıllardır plakasız geziyor Devrim.

Tarihte ilklerin hep önünü kesen o klasik refleks yine iş başında: “İzin belgesi yok”, “yönetmeliğe uymuyor”, “örnek teşkil etmesin”. Bürokrasi, teknolojiyi cebinden çıkarıp "önce damgayı basayım" diyor.

Bu arabanın ruhu devrimci, ama kaderi memur zihniyetine teslim.

Oysa plaka bir semboldür. Bir kimliktir. Ve ironik şekilde, Türkiye’nin ilk kimlikli otomobili, kimliksiz bırakılmıştır.

Şimdi soruyorum:
TOGG bugün yolları arşınlıyorsa, onun yolunu asfalt gibi dümdüz eden o sessiz kahraman kimdi?
Cevap: Plakası olmayan ama her zihin ve gönülde yeri olan Devrim.

Belki de bu yüzden Devrim’e plaka takılmadı.
Çünkü o, tek bir şehrin değil; bir halkın hayalinin plakasıdır.
Ve o plaka, hiçbir metal levhaya sığmaz.