Sürekli kalıplaşmış döngüler üzerinde yaşıyoruz. Kalıplaşmış nesneler, kalıplaşmış düzen. Üretmiyoruz mesela, yenilikçi değiliz.

Sürekli kalıplaşmış döngüler üzerinde yaşıyoruz. Kalıplaşmış nesneler, kalıplaşmış düzen. Üretmiyoruz mesela, yenilikçi değiliz. Yeni şeyler üretmediğimiz gibi yeni üretilen, karşımıza çıkan şeyleri de kabul etmiyoruz. Sürekli aynı hayatı yaşamak gailemiz. Oturmuş bir yapı oturmuş bir düzen. Ne, neden? sorgulamıyoruz. Önümüze sunulan şeyleri kabul ediyoruz. Etmesek bile etmek durumda kalıyoruz. Sabit bir yaşam, böyle sürüyor böyle son buluyor. Hiç düşünüyor musunuz? En basitinden yaşadığımız evreni sorguluyor musunuz? Yapılmış bir takvim; belirlenmiş aylar, yıllar, günler var. Diyor musunuz içinizden “ya birisi çıkmış gelmiş bir hafta yedi gün demiş belki bir hafta on gün”. Demiyoruz, sorgulamıyoruz. Öğretileni kabul ediyoruz. Yapılanı yaşamak lüksündeyiz sadece. Sorgulamadığımız gibi sorgulatmaya da çabalıyoruz. Alıyoruz çocuğumuzu oturtuyoruz ilkokul sıralarına okumayı öğrendimi başlıyor kalıplaşmış şeylere; bu bu kadar, şu şu kadar. Oturuyor, öğreniyor kalkıyor. Ne neden niye demiyor. Çünkü biz de demedik, demeyide öğretmedik. Öğretmen ne ezberlediyse ezberine kattı öğrencilerin. Bir mantığı yok bir sorgulaması yok. Sabahın sekizde akşamın beşte olacak gibi kalıplarımız var mesela. Pazar’ın tatil olduğu gibi. Neden demiyoruz. Belki birimiz pazar çalışacak birimiz salı tatil yapacak. Oturtulmuş düzene “birlik beraberlik” adı altında bir yapı konulmasına kabul ediyoruz. Böyle ömrün son bulacağını da biliyoruz. Aslında aklımıza da gelmiyor sorgulamak. Sekizde kahvaltı yapmak, işe gitmek, öğlen on iki de yemek yemek, beşte işten çıkmak altı da yemek yemek televizyon izlemek ve uyumak. Sonra al yine başa. Bu kadar işte. Herkesin on iki de acıkması gibi bir kalıp koymuşlar önünüze kabul ediyoruz. Tamam belki senin karnın acıktı belki ben iki de acıkıyorum. Sorgulamıyoruz onaylıyoruz. Sürekli ekodengi bir hayat. Ben mesela bazen sabahları uyanamadığım da bol bol sorguluyorum diyorum ki “madem sabah sekizde iş başı yapmayı birisi çıkardı, nerden çıkardı o da belli değilde diğer insanlar niye bunu kabul etti?” Oturmuş düzene bir cevap bir de aykırılık bulamıyorum. Düzene oturmuş yemekler, düzene oturmuş saatler, düzene oturmuş şartlar. Ben kahvaltı da neden yemek yiyemiyorum? Neden sabah kahvaltı yapıyorum? Ben yemeğe neden salça koyuyorum, soğan sabit tarif dışında başka bir şey neden eklemiyorum ya da eklemek için hiç durup bir düşündüm mü? Ama birileri düşünmüş, birileri alın demiş sunmuş önümüze ne güzel sunana ne güzel düşünene ama peki biz neden diyebildik mi? İş hayatınızdan, ev hayatınızdan başka ne yapıyorsunuz mesela. Kural dışına çıkmaktan başka. Yapmıyoruz işte; doğuyoruz, büyüyoruz, evleniyoruz, doğuruyoruz, büyütüyoruz ve ölüyoruz. Burnunun ucunu  görmeden ölen insanlarımız var, çok üzücü değil mi? Ben çok üzülüyorum çaresizce praganlara vurulanlara. Hayalleriniz parayla değil ya. Normalde olmasam da hayallerimde özgürüm ben. Uçmasam da uçmanın hayaliyle yanar benim yüreğim sürekli. Hayallerinizi, düşüncelerinizi özgür bırakmaya ne dersiniz. Maslow’un bir sözü var; ”Sahip olduğunuz tek şey bir çekiçse, herkesi çivi olarak görmeye başlarsınız.” Yadırgayıcı hissedilen çoğu davranışta farklılığı aynılaştırmak, olmuyorsa da ayak uydurmak söz konusu. Kendin olabilmek ve kendin kalabilmekse dünyanın en zor savaşı. Bana gelirsek, olasılık hesaplamakla ve analitik düşünmekle bu kadar çaba sarf edip en sonunda pes edeceğimi hiç sanmazdım. Biliyorum, hakim olmam gereken çok duygu, çok düşünce ve kontrol etmem gereken özlem var. Beynimdeki her bir kıvrımı, acımadan taciz ediyorlar. Şüphe, merak, umut ve kırgınlık beni yiyip bitiriyor. Eskiden de mi bu kadar aciz ve arabesktim ben? Şimdiyse ne hissedeceğimi bilmediğim günlerin karmaşasına üzülmek daha yorucu… Gördüm, duydum, dinledim. Değiştim. Bu halimden hoşlanmasam da değiştim, değişiyorum. Değişimin; değişmeyen tek şey olduğunu bilen biri olarak şikayetçiyseniz bile sizde değişin. Ben şikayetçi değilim. Kendini değersiz hissettiğiniz zamanların bile bir üzülme süresi var. O süre bittiğinde kendime saygı duymam gerektiğini öğrendim, mantığım konuştu, ruhum sustu. Kendinime saygı duydukça, hak etmediğime inandığım, değersiz hissettiğim yerden kalkıp gitmeyi öğrendim. Yürümeyi öğrenmek de böyle bir şey değil mi? Ve yürüyüp ne kadar ilerlersem de ilerlerken elime diken batsa da kendimi yolun en başında buluyorum çoğu zaman, sonrada canım ilk nerede acıdıysa orada bağdaş kurup ağlıyorum. Geç kaldım sanmıştım; herkes kendi vaktindeymiş, benimde vaktim de buymuş. Ve bazen kendimi hiç bir yere ait olmayacak gibi hissediyorum, içimdeki köksüz nilüferi bir yere demirlemek isterken, aslında kendimi hiç bir yere hiç kimseye yakıştıramıyorum ya ben olması gereken gibiyim ya da diğerleri olmaması gerektiği gibi… Bir hayali gerçek yapmanın yolu nedir bilmiyorum. Ama hevesle kucakladığım her şeyi tiksinti ile bir kenara bırakıp duruşumu bozan ve yolda ayağıma takılan her şeyden kurtulmaya çalıştıkça daha fazla yoruldum... Neden yazıyorum bunları? Görülmek, ben de buradayım, ben de varım demek için mi? Bu bir kusur mu? Hem evet, hem hayır. Doğa, birbirini izleyen kusurlar silsilesi değil mi zaten. Neden yazıyorsan dersen, hiç bir zaman duyamadığın sesimi duyurmak için yazmaktan başka çarem yok. Ben vardım sen vardın ama aynı kare de ben hep görünmezdim. Görmedin. Gördüm, duydum, dinledim. Şimdi hayal ettiğim gibi olmadı, keşke bir gün çocukluğumuzla tekrar vakit geçirebilsek… O zaman sana, kırılmanın sadece çiçeklere özgü olmadığından bahsedeceğim, boğazımdaki yumruyu o zaman anlayacaksın şimdilik beni bağışla… Hayat acımasız, insanlar zalim, dengesiz, tutarsız. Yine hayat yaşamaya değer, yaşamak güzel. İyi ki çiçekler var, kuşlar, denizdeki iyot kokusu, dağlardaki çam kokusu var. Yoksa bunca şeye katlanmam nasıl mümkün olurdu. Ve içimde bir his var, hayır bu hayatla ilgili değil. Öyle olsaydı umrumda olmazdı. Yazıp seninle konuşmalı mıyım, içimde seni kaçırırsam her şeyi kaçıracakmışım gibi hissediyorum. Artık her kelimem senin için bir anlam. Satırlarımdan gönülden sevgiler...