Kafka'nın dediği gibi; “Senin omzunda ağlayamadığım için yazılarımın omuzlarında ağladım.

Seninle konuşmalıyım ama bu hayatla ilgili değil...

Kafka'nın dediği gibi; “Senin omzunda ağlayamadığım için yazılarımın omuzlarında ağladım.” Ve bugün biraz satırlarda ağlayacağım. Arabeskim yine. Gerçi ben senin omzunda da ağladım; bazen kör, sağır, dilsiz olmak zor gelmiyor mu sana? Neşet Ertaş diyor ya “Sessizliğini duymayan, birine sevdanı verme göynün incinir” diye, işte böyle bir şey benim mücadelem. Bu seninle ilgili de değil. Bu biraz anlaşılamamakla ilgili. En büyük anlamsızlık duygusu, sırf anlamsızlık duygusundan kurtulmak için bir şeye derin bir anlam yüklediğini anladığın anda ortaya çıkıyor. O vakitten sonra gerçekten anlamı olduğu için mi yoksa anlamsızlıktan anlam ürettiğin için mi anlamlı olduğu sorusu peşini bırakmıyor. En sonunda ayağım sevilmemeyle değil anlaşılmamakla tökezliyor. Benim sevilmemekle ilgili bir derdim yok, sonuçta ilişkiler böyle. Belki birileri de benim için rüzgar estirecek ama bende yaprak kımıldamayacak. Bende herkes gibi sevilmeme gerçeği ile baş ettim. Ama sevildiğimi sanıp sevilmediğim yerde yıkıldım. Senin bana buna inandırman, sana güvenip yaslanmam ve senin çekilmenle düşmem. İşte bu en fenası. Böyle bir düşüş, en güçlüsünü bile dibe batırır. Yani tam dünyadan sıyrılıp artık burada böyle yaşayayım derken evsiz kalmak. Bu bambaşka bir öksüzlük, bu bambaşka bir köksüzlük. O yüzden kovulduğun bahçenin kapısını zorlamamak. Hayatın bana ısrarla öğretmeye çalıştığı şey. Bugünlerde her kapı aynı yere çıkıyor bana... Sanki geçilen kapıdan bir daha geri dönüp geçme diyor hayat…
Düşünsene bir yere gitmek için yola çıkıyorsun ama bazen oraya varamıyorsun, bu sence başarısızlık mı peki o yolda öğrendiklerim n’olcak; bence esas başarı tecrübelerim, ben bir yere varmayı değil o yolda olmayı çok seviyorum galiba. Yolun seninle ilgisi de yok. Yolun sana çıkıyor olmasıyla da değil. Ben tecrübelerimi seviyorum. Temas kurduğum herkesin hatırası var baş ucumda. Hep öyle de kalacak…

"Daha derindeki soru bizim mi yaralarımız olduğu yoksa yaraların mı bize sahip olduğudur." diye soruyor James Hollis.
"Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum." diyor Ulus Baker de. Yaralarımı göstermiyor olmam, yaralı olmadığım anlamına gelmez. Yaralarım çok, yüküm ağır, bedenimse yorgun. Sahi yaralarımla tanışmış mıydın hiç? Ya da onlar derinlerde bir yerlerde rastlamış mıydılar sana? Ama netice de insanım işte.
İçimizde salkım saçak birden fazla alan birden fazla bölge var. Hiçbir insan, derininde tek bir insan değil. Seni de en çok bundan anlıyorum. Marquez "kalbimin bir genelevden daha çok odası var" diyordu. Ruhumuzun birden fazla bölümü var. Bir insan birden fazla meydan savaşındadır içinde. Hem de ne meydan savaşı; bazen kanlı bıçaklı, bazen kafa göz dalmalı, bazen şefkatle sarıp uçurumdan atmalı, bazen cıstak cıstak oynamalı. Bazen de yenilir oturur insan. Bazen yaralarına merhem arar. Tedavisi olmadığını bilip hissetse bile…
Başlangıçta da hep söz değil yara vardır belki. Sözden çok evvel. Her yara kendi yarasını yaratır. Ve yaralandığımız noktanın sonraki patlayışı saf özgürlüğe kapı açar. Özgürlüğünü eline almış ve özsaygısı yüksek kimseler başkalarına saygı gösterirler, emeklerine değer verirler ve kusurlarına daha insani yaklaşırlar. Değersizlik hisleri olanlar ise sürekli başkalarını aşağılayarak vasat konumunu bir tık daha yukarıda göstermeye çalışır. Sahte çan eğrisi sistemi işte. Özsaygı yüksek olanlar değersiz hissedenlerle empati yapar ve alttan alırlar. Bu yüzden değersiz hissedip değersiz hissettirenler hep daha şanslı oluyor maalesef... Şimdi anladın mı sendeki yarayı?
Ne isterdim biliyor musun, çocuk gibi beklentisiz tanışabilmek, çocuk gibi sevebilmek ve sevgi istemek, çocuk gibi çirkinleşmeden kavga edebilmek. Yetişkinlik; bir çok duygumuzun yitirilmesine neden olan toplumsal bir rüya sadece. Çocuk kalmak hatta bir çocuk olmak…Ve birini kendinden mahrum bırakarak cezalandırmak, çocukken sıklıkla buna maruz kalan insanların uyguladığı bir cezalandırma biçimi. Çünkü çocukken nasıl bir acı verdiğini biliyorlar. Ama gariptir ben de bunun nasıl bir acı verdiğini çok iyi biliyorum ve bu yüzden bunu hiç kimseye yapmadım.
Yetişkin gibi de sevemedik biz seninle; bir oyuncağı sever gibi değilde,hırpalar gibi sevdik ve bir emaneti muhafaza eder gibi iletişim kuramadık.
Biliyor musun “Sülün” kuşları, bütün zamanı bir an içinde yaşayan bir kuş türüymüş; aşk, öfke, korku, neşe ve acının şarkısını aynı anda söylerlermiş... Ve bu kuşlar hayatının aşkıyla karşılaştığında hem mutlu hem kederli olurlarmış; mutlularmış çünkü bunun bir başlangıç olduklarını bilirlermiş ve kederlilermiş çoktan bittiğini bilirlermiş. Belki zamanın birinde, bir yerlerde bende sülün olarak dünyaya gelmişimdir. Çoktan bittiğini bildiğim gibi…
Tolstoy, Anna Karenina’da; "Hayat, daha iyisi istenemez gibi görünüyordu." diyerek belki de aşkın en güzel tanımını yapmış. İnsan aşık olduğu kişinin zatında, bir tanrı kusursuzluğu görmeli, ondan daha iyisinin, daha güzelinin olmadığına; olsa da önemli olmadığına inanmalı. Sevgi kıyas kaldırmaz. Sevgide daha iyi diye bir şey de yoktur. Sevdiğin insan her şeyiyle dünyadaki en iyisi olmalı. Ondan daha iyisi varsa etrafında, hayatındaki insan doğru insan değildir. Bak bunun şakası da yok. Sevgi mukayese kaldırmaz. Şimdiyse beni sürekli birileriyle kıyaslamandan uzaklaşıyorum…
"Lanetlenmiştir insan. Geçemediği yolların özlemini çeker daima." demiş Meşa Selimoviç. Burası dünya, nereye varsan varamadığında kalır aklın... Bazen ev dediğim yere gidemiyorum çünkü nereye varsam evim uzakta kalıyor. Ev yakındır da gitmek zordur işte bazen. Ev dediğin;  yıkıp yakıp kül etmişse her şeyi o zaman nereye gidersin söylesene? Uykularının kaçmaması için evini doğru yere inşa etmeli insan, yoksa en büyük acıların aşk uğruna çekilmesi ya da en güzel romanların, şarkıların aşk üstüne yazılması tesadüf değil. Bu yazıda bir tesadüf değildir belki.

O şarkıda dediği gibi şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız…