Laf lafı açar, laf da kutuyu açarmış…

Sözüm ölüm üzerine. Yaşamın sona ermesi, ölüm. Cansız varlıkların, duyguların, değerlerin yitirilişi de bir tür ölme. Yokolma, bitme, tükenme, ölümün başka türü. Kurumların, devletlerin, geleneklerin, dillerin ölmesi gibi… Ömür, yaşam süresinin adı. Büyük sıkıntılara, dertlere, istenmeyen işlere de ölüm denir. Haksızlığa karşı sessiz duranlara, üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi derler. Gözünün canı gitmişse, canlılığı kaçmışsa, gözün ölüktür. Sevmediğin kişiyi övmek zorunda kalman, böylesinin ayağına gitmen ölüm, kötüye boyun eğmek, kötülüğün, kötülerin kazanması ölümden de beter ölüm.

Ölümün yüzü soğuktur.

Kimse kendine ölümü yakıştıramaz. Canına kıyanlara deli gözüyle bakılır. “Dünya güzel, can azizdir.” Herkesin canı tatlıdır.

“Dünya ölümlü, gün akşamlı,” derken bile insan kendini ölümlü saymaz. Yoksa bu kadar arsızlık, açgözlülük, dünya malına doymazlık, güce tapınma, acımasızlık olur muydu yeryüzünde? Ölüm ancak can derdine düşüldüğünde akla gelir. Gözü yere bakanlar, bir ayağı çukurda olanlar bile canlarına ölümü konduramaz…

Gözlerini yumana kadar ne maldan, ne paradan geçerler. Kötü, son nefesine kadar kötüdür, hain, canı çıkana kadar aynı yoldadır… Can çıkmayınca huy çıkmazmış…

Ölümü gören hastalığa razı olurmuş. Hani bir tek örnek gösterin! Ölümü gören hemen unutur, ders almak öyle kolay mı?

İnsan, ölen sevdiklerinin sayısı kadar ölürmüş. Her yitirilen sevgili can, kalan için bir ölüm.

Bu yüzden demezler mi, ateş düştüğü yeri yakar. Ölene en çok yakınları yanar. “Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar…” Bütün bir ulusun ardından ağladığı ender kişiler de yaşar bu dünyada, yüce önderimiz Atatürk gibi. Büyük kişiler ölmezler, eserleriyle yaşarlar:

“Benim naçiz vücudum, elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.”

Yüce önderimizin bu sözü, en güç günlerimizde bize umut vermez mi? Türkiye Cumhuriyeti’ne yıkıldı, bitti, öldü diyenlere, bezginlik, kötülüğe yılgınlık yaratmak isteyenlere, yanıt değil midir bu büyük söz?

“Hepimiz bir şekilde doğarız, bin bir şekilde ölürüz.” sözünü bilirsiniz. Kimin nasıl öleceğini ise bilemeyiz, bunu ancak yaşayan görür.
Binlerce yıl öncesinde denmiş bu söz de:

“İnsanlar, aslında hiç beklemedikleri, geleceğine hiç inanmadıkları ölümü beklerler…”

Ne demiş uzak bir ülkenin şairi, seksen altı yaşında ölürken;
“ Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama, / İkincisinde daha çok hata yapardım.” Eklemiş:
“Daha çok güneş doğuşunu izler, / Daha çok dağa tırmanır. / Daha çok nehirde yüzerdim.”

Bir düşünür de : “Ölmesini bilene hiçbir şey zorla yaptırılamaz.” demiş. Sanki bunu kahraman Türk ulusu için demiş.

Attila İlhan, Türk’ün Batılı uluslardan farkını, ölmesini bilmesini, yani ölebilme kabiliyetini (becerisini, yeteneğini), bir yazısında şöyle belirtmiş, bu bilgiyi sırası geldikçe yinelemekte yarar var:

“Doğu, üç bin yıldan beri dünyanın hakikatinin ölüm olduğunu bilir. Dünyada başka hakikat yoktur: Ölürsün!” Onların (Batılılar), ölümden ödü patlar, ölmezler.” Şu sonuca varmıştır büyük şairimiz:
“Batılıların ölebilme kabiliyetleri yok.”

Napolyon’un sözü imiş bu söz: “Türkler öldürülebilirler ama yenilemezler.”

Avusturyalı bir komutan da aynı kanıda, sözlerine bakınız:

“Türkler ölmeyi biliyorlar, hem de iyi biliyorlar. Ben de ölmeyi bilen bir milletin yenilmeyeceğini bilecek kadar tecrübeliyim.”

“Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker görmedim.” sözü de bir İngiliz’den.

Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, Türk askerinin başarısının gizini soranlara, Kurtuluş Savaşını kazandığımızda (1922) söylemiş:

“Türk kumandanları, kumanda etmesini, Türk askeri ölmesini bildi. Harbi kazanışımızın sırrı bundan ibarettir.”

Atatürk’ün bu sözleri de yine Kurtuluş Savaşımız ile ilgilidir:

“Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlık edinilmesiyle sağlanabilir.” dedikten bu sözleriyle ne demek istediğini açıkladıktan sonra Atatürk, tarihe geçen, kulaklara küpe olan sözünü haykırmıştır:

“Oysa Türk’ün haysiyet ve kendine inanı ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!

Dolayısıyla, ya istiklal, ya ölüm!”

Bağımsızlığı için ölümü seçen, ölümü göze alan, güle oynaya ölüme giden bir ulusun evlatlarıyız biz. Geçmişimizi unutmadan, geleceğe bakmalıyız:

“Yiğidi öldür hakkını yeme.” Türk’ün büyüklüğünü, Türk tarihini, Türk’ün dünya tarihindeki yerini kim nasıl inkâr edebilir? demeyin. Ediyorlar.

Kurtuluş Savaşı yapılmadı, biz düşmana haksızlık ettik, onları öldürmeseydik, gelselerdi, bizi idare etselerdi ne güzel olurdu, Türk diye bir ırk yoktur diyenlerin borusunun öttüğü, bu gibilerin seslerinin duyulduğu aklın almadığı garip bir dönemdeyiz.

Kimse kimsenin çukurunu doldurmazmış. İnsan doğar, yaşar ve ölürmüş. Hepimiz doğduk, yaşıyoruz, günü geldiğinde de öleceğiz.
“Ecelsiz ölüm yoktur.” sözüne karşı çıkan olur mu?

“Azrail geldiğinde oğul uşak sormaz.” “Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane.” ölümü anlatan düşündürücü sözlerimizdir.

“Kurtla ortak olan tilkinin payı ya tırnaktır, ya bağırsak.” sözü de yüz yılların imbiğinden süzülüp gelmiş bir yol gösterici atasözüdür. Buradaki kurttan kasıt yayılmacı ABD gibileri ise, ona uşak olanların bilmesi gereken de sonlarının böyle olacağı değil midir?

“Horoz ölür gözü çöplükte kalır,” açgözlülerin doyurulamayacağını anlatır.

Bilirsiniz, “Ölmüş eşek kurttan korkmaz!”

Vatanımız elimizden alınmak isteniyor. Nüfus yapımız göçmenlerle değiştiriliyor. Her yapılan yapanın yanında kâr kalıyor… Türkiye Cumhuriyeti (T. C.) tehdit altında.
“Acılı başta akıl olmazmış.” demeden bir an önce aklımızı başımıza alalım.

Ağlarsak da ölü için değil, diri için ağlayalım ama “Ağlamakla yâr ele girmez!” unutmayalım.

“Deli deliden hoşlanır, imam ölüden.” derler. Ne kadar doğruymuş, ulusça hep birlikte görüyoruz değil mi?

Gelen geçer, konan göçermiş…

Kimse fazla sevinmesin… Bu günler de geçecektir!

Feza Tiryaki,