Toplum olarak en büyük sorunlarımızdan biri, bir işe tutunmayı sadece koltukta oturmakla karıştırmamız. Oysa bir işi yapmakla, o işin hakkını vermek arasında derin bir uçurum vardır. Görev, sadece başlamak değil; sorumluluk almak, emek vermek, gerektiğinde fedakârlık yapabilmektir.




Bir makamda, bir görevde ya da bir yetkide kalmak; o yerin gerçek sahibi olduğumuz anlamına gelmez. Asıl mesele, o görevdeyken nasıl bir iz bıraktığımızdır. Elde ettiğimiz itibarı sürdürmek mi, yoksa makamdan güç devşirip halkın gözünde değer kaybetmek mi?

Bir işi yapamamak ayıp değildir. Ayıp olan, yapamadığını bile bile orada kalmaya devam etmektir.

Zamanında bırakabilmek bir zayıflık değil, bilakis bir erdemdir. Çünkü “ben artık fayda sağlayamıyorum” diyebilmek, kişinin kendini ve toplumunu ciddiye aldığının göstergesidir. Görevi bırakmakla değil, görevin ruhunu yitirmekle kaybeder insan.

İtibar, toplumda bırakılan sessiz bir izdir. Gidince ardından ne söylendiğiyle ölçülür. “Çok çalıştı, elinden geleni yaptı” mı denir, yoksa “orada sadece durdu, zamanı doldurdu” mu?

Kamuoyu unutmaz. Hele ki bugün, her şeyin ekranlara yansıdığı bir çağda, halkın hafızası artık eskisinden de güçlü. O yüzden her koltukta oturan, bir gün halkın vicdanına hesap vereceğini bilmeli. Çünkü hakiki güç; elindekini gerektiğinde bırakabilme gücüdür.

İşinin hakkını verenlere selam olsun.
Yapamayacağını anlayıp onurluca ayrılanlara da...