16 Şubat 2021’de yitirdiğimiz bir toplum bilimcimizi anlatmaya çalıştım bu yazıda. Aslında bizim insanımız doğuştan bilgedir, kişiliklidir…
“Evladı ben doğurdum ama gönlünü ben doğurmadım” diyen atalarımız eğitim sorununu çözmüş.
Kimi, “Eski samanları karıştırır.” Sap yer, saman savurur.” “Suçu kimse üstüne almaz”mış.
Kimi, “Evladın varsa derdin var.” der. “Evlat acısı gibi” deriz, acıların en büyüğüne.
Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” derlerdi eskiden. Bağdat yıkıldı, artık yok.
“Annen yok, kimsen yok!” sözü de kulaklardan kolay kolay silinmeyecek.
Sonrası sağlık…


Annen Yok, Kimsen Yok!
Doğan Cüceloğlu, sanıyorum bundan böyle bu sözüyle anılacak gönüllerde, bu sözü, özlü sözler arasına girecek, hiç unutulmayacak…
Toplumda bazı koca kişiler vardır, kadın erkek fark etmez, koca ana, koca ata, yaşadıklarından ders çıkarmış, bilge kişilerdir, ağzından bal damlayan, konuşurken karşısındakiyle bütünleşen, yüz mimiklerini, beden dilini iyi kullanan, kendini gizlemeyen, toplumuyla kaynaşan, çocukla çocuk büyükle büyük olabilen, ulaştıkları gönülleri kazanan bu kişiler sabaha kadar konuşsalar dinlenilir. İçten konuşmalarıyla, güleç bakışlarıyla, konuşurken ağzına baktırmasıyla, dünya çapındaki eğitimi, birikimiyle, yazdığı onlarca kitabıyla Doğan Cüceloğlu, işte böyle bir kişilikti. Popüler, televizyonlar aracılığıyla ünlenen, halk diliyle konuşan, söyleşi kasetleriyle tanınan.
Çocuk eğitimi üzerine çalışmış, toplumsal - bireysel iletişim konularında yoğunlaşmış, ömrü boyunca öğretmenliği bırakmamış bir eğitimci…
Evde, daha paramızdan altı sıfır atılmadan, en küçük birimimiz milyon olan doksanlı yıllarımızda alınan bir kitabı varmış. Akşam arayıp buldum kitaplıkların birinde: “İnsan İnsana”. Ekim 2003 yılı basımı. On beş milyon yazıyor fiyatı kapağın arkasında, Remzi Kitabevi’nden.
Sonra, bu kişinin eski söyleşi kayıtlarını dinledim, evdeki kitabını da (ilk yazdığı kitapmış) o akşam yeniden okudum.
Mesleği psikolog olan yazar, 1938’de, Mersin Silifke’de doğmuş, yükseköğretiminden (İst. Üniversitesi Psikoloji Bölümü) sonra Amerika’ya gitmiş, eğitimini(yüksek lisans) orada tamamlamış (Bilişsel Psikoloji), bir Amerikalı ile ilk çocuğu doğduktan sonra evlenmiş, birlikte bir süre Ankara’da yaşamışlar. Üç çocuğu olmuş. Askerliğini er olarak değil, yedek subay olarak yapabilmek için de önce boşanmış -o yıllarda Türk Ordusu’nu koruyan yasalara göre, yabancılarla evli olanlar subaylık yapamazlarmış – askerlik bitince, iki yıl sonra boşandığı aynı eşiyle yeniden evlenmiş. (Yıllar sonra ABD’de gerçekten boşanmışlar.) Daha sonra o ünlü çok tartışılan Fulbright bursu (1946’da imzalanan eğitim, kültürel değişim bursu) ile yeniden ABD’ye gitmiş, sonraki yıllarda oranın bir üniversitesinde uzun yıllar (1980 – 1996) çalışmış… 1996’da emekli olduktan sonra da Türkiye’de üniversite öğrencilerine, öğretmenlere, ana-babalara, iş insanlarına dönük, konferanslar, seminerler vermiş, kitaplar yazmış… Daha sonra iki ülke arasında gidip gelmiş, yılın bir kısmını orada bir kısmını burada geçirirmiş. Bu arada ikinci evliliğini Türkiye’de, kendinden çok genç bir meslektaşı ile yapmış. Kitapları için, tanıtımlarda, “Türk insanının düşünce, duygu ve davranışlarını bilimsel psikoloji kavramları içinde inceleyen kitaplar” deniyor.
Fulbright bursu için buraya kısa bir açıklama ekleyeyim. Cengiz Özakıncı bu bursu veren Fulbright komisyonunu şöyle açıklıyor: “Türkiye Amerika’yla işbirliği yaptıktan sonra 1945, 1946, 1947’de, Amerika’nın bir uydusu, bir yarı sömürgesi konumuna girme aşamasında en önemli rolü oynayan anlaşmalardan bir tanesi de 1949’da imzalanan, Türk milli eğitiminin ne biçimde uygulanacağını belirleyecek bir eğitim komisyonu kurulmasıdır. Fulbright Komisyonu. Dördü Türk dördü ABD’li, ABD’nin Türkiye’deki büyükelçisinin de başkanlık ettiği bir komisyon.”
ABD’nin, verdiği bu bursla dünya liderleri yetiştirdiği söylenir. Avrupa’nın pek çok ünlü devlet adamı, dünyanın onlarca lideri, siyasetçisi hep bu bursla yetiştirilmiş. Belçika, İtalya, Polonya, Bosna – Hersek, Slovenya, Brezilya, Peru, Şili, Pakistan, Yeni Zelanda, Afganistan… Buraların eski başbakanlarını, cumhurbaşkanlarını, sayın durun, hepsi bu burstan geçmiş.
Değerli araştırmacı gazetecimiz Banu Avar, bu konudan çok söz etmiş, bu tür eğitilmelere “Sızma operasyonu” ve “kültürel iğdiş” adını vermiştir. Aynı adlı yazısında ( Sızma Operasyonu Ve ‘Kültürel İğdiş’) şöyle açıklamış: “Aydınlar yurtdışında eğitimden geçirilirken, büyük yığınlara da “algı değiştirme operasyonu” yapılır.”
O zaman, “Yanlış olan, doğru ya da tersi olarak algılanabilirmiş. Asla kabullenilemeyecek davranışlar, normal görülebilirmiş.”
Yine aynı yazısında Banu Avar, bu anlaşmayla neler yapıldığını ABD’li uzmanın ağzından bildiriyor:
“Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!” Banu Avar, konuyu şöyle bağlar:
“İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin “aydın adayları”nın beynini “iğdiş” etme operasyonudur bu!”
*
Yeniden konuya dönersek:
Önceki gün bir anda bilgi ağı gazeteleri, sarsıcı bir ölüm haberini duyurdu:
“Ünlü psikolog Doğan Cüceloğlu evinde ölü bulundu.”
“Doğan Cüceloğlu ölü bulundu.”
“Doğan Cüceloğlu vefat etti!”
“Psikolog Doğan Cüceloğlu 83 yaşında hayatını ...”
Bu ölüm haberini duyar duymaz da, ilk anda aklıma, herkes gibi, Cüceloğlu’nun ölüm üzerine geçen yıl gözleri dolarak söylediği, toplumu derinden etkileyen, duymayanın kalmadığı o sözleri geldi:
“Annen yok, kimsen yok!”
Düşünün, yaş yaşamış, mesleğinde zirveyi görmüş, deyim yerindeyse dünyayı parmağında oynatmış, ne istediyse başarmış, kitleleri peşinden sürüklemiş, sözleriyle belleklere yerleşmiş, hayatını, mesleğini dolu dolu yaşamış bir kişi, kameralar önünde çocukluğunu, annesini anlatırken bir anda o günlere gidiyor. Gözleri doluyor, ağladı ağlayacak, bakışları acı dolu, dinleyenlerini derinden etkileyerek, çocukken ölümün farkına vardığı anı yeniden yaşayarak; “Annen yok, kimsen yok!” diyor.
O anların yazılı dökümü şöyle:
“Annem benim yaşamda öz güvenimin temel kaynağı, köklerini teşkil ediyor. “Annem hastalandı ve öldü” diyorlar ama bir şeyler oldu. Ben kelime olarak biliyorum, öldü, yok. Ama hep içimde “misafirliğe gitti, bir gün sonra gelecek, iki gün sonra gelecek” diye bakıyorum. Üç gün geçti gelmedi, dört gün geçti gelmedi, beş gün geçti gelmedi... Ve bir gün dedim ki; “Ben annemi bir daha göremeyeceğim, annemi bir daha göremeyeceğim!” O zaman, “ölüm!..” O zaman farkına vardım: “Bir daha göremeyeceğim!”
Ve kaçtım mezarının başına gittim. Orada toprağın altında annem. Ve böyle kalakaldım. “Annemi bir daha göremeyeceğim, annem öldü.” Eve geldim babama bakıyorum. Diyorum, “Allah’ım inşallah babam ölmez.” Öğrendim artık, demek ki ölünebiliyor... Ve o gün, tabii babamın da kendine özgü bir sürü sorunları var, sıkıntıları var. Ve kendisi de dört yaşından itibaren babasız büyümüş. Öyle bir durumda. Bir şey yapmıştım, “Niye öyle yapıyorsun?” diye bağırdı. Ben kalakaldım. Ve enteresan bir şekilde çocuk aklımla şuna karar vermişim; “Annen yok, kimsen yok!” Ve böyle bir karar verdiğimi yıllar sonra anladım.
“Annen yok, kimsen yok...” O zaman, kimsen yoksa senin bir şey istemeye hakkın yok. Sadece başkalarını memnun etmeye çalışırsın. Annen yok, kimsen yok...”
(Bu arada yine yazarın kendi ağzından ailesiyle ilgili verdiği bilgileri buraya ekleyelim: Yazar on bir çocuklu bir ailenin son çocuğu. Babasının üçüncü eşiymiş annesi. İlk iki eş ölmüş. Önceki iki eşten, aynı babadan beş kardeşi varmış. Annesinin de babasıyla evliliği, ikinci evliliği, bu evlilikten altı çocuk olmuş. Babası annesinin ölümünden sonra da yeniden evlenmiş.)
Bu bilgiler, sizi bilmem ama bende, Cumhuriyetimizin büyüklüğünü, değerini, yüceliğini yeniden anımsattı. Bu şartlarda büyüyen, babası tarikata giren (Nakşibendi), imam olması istenen bir çocuk, subay olan ağabeyinin yanına Ankara’ya kaçıp okuyabiliyor, hem de psikolog, ruh bilimci olabiliyor. Ünü dünyayı tutuyor, ülkemizin en tanınmış kişilerinin arasına girebiliyor. Kitleleri, ana babaları, öğrencileri, yetişkinleri yönlendirebiliyor…
*
“Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma!” demezler mi?
Bilen bilmeyene desin: “Son pişmanlık ele gelmez.”
“Ecele çare bulunmaz.”
Kalana sabır, gidene Tanrıdan rahmet…

Feza Tiryaki,( 19 Şubat 2021 tarihli yazıdan kısaltılarak alındı)