Kalabalık Yalnızlıklar

Önce sessiz bulduk, ıssız bulduk yaşadığımız köyleri, kasabaları. Şehrin abartılı gürültüsü daha câzip geldi bize. Ağacı, taşı, toprağı ve dahası gözü gönlü doyuran çayırı çimeni terk ettik. Beton yığını şehirlerin soğuk duvarlarına heveslendik. Terk ettik birer birer akşam yemeklerinde başına toplandığımız yer sofralarıyla, adına yuva dediğimiz kerpiç damları. Mütevâzı sedirlerde mütevâzı insanlarla ettiğimiz sohbetlerle yetinmez oldu, bir yönüyle hâris olan nefsimiz. Az, ama öz ve içten olan şeyler yetmedi, çoğa ve çokluğa meyyâl ruhlarımıza…Ve sonra! Kalabalık şehirlerdeki yalnızlığımız başladı… Dedim ya, soğuktu duvarları, kocaman şehirlerin. Duvarların aksi mi vurmuş bilinmez, insanları da soğuktu hepten… 

Odun ateşi yoktu artık, meşgalenin ağırlığından ve soğukluğundan çatlasa da hiç sitem etmeyen, dokunduğu yerde merhametin sıcak izlerini bırakan elleri ısıtacak. O eller ki, artık muhabbet sunamaz olmuştu, şehrin samimiyetsizliğine teslim olduğundan beri… Oysa dokunduğu gönle şifâ olan, yârenliği ile dostlarının gönlünde çiçekler açtıran, lüks eşyalar, şatafatlı sofraları olmasa da iki kelâmıyla birbirini gönül saraylarının başköşesinde ağırlayan sohbetlerimiz vardı eskiden. Az insan vardı etrafımızda, ama öz yaşıyorduk hayatı. 

Teknoloji yoktu meselâ. Vakitlerini; toprağı ilmik ilmik işleyerek, yüreklerini parmak uçlarına koyup, bağa-bostana dokunup, sabır ekip muhabbet biçerek geçiren insanlardık biz. Ak bulutlar serpilmiş mavi göğü izleyerek, yaşamın en güzel resimlerini çizerdik gözbebeklerimizde. 

Hele yaz aylarında en güzel hayallerimizi, Rabbimize ısmarladığımız umutlarımızı asardık, lacivert geceye ışıl ışıl aydınlatan yıldızlara. Şimdi sadece özlüyoruz şehrin parlak ışıkları arasında kaybettiğimiz karanlık geceyle birlikte ruhlarımızı da aydınlatan o ilâhi kandilleri…
Hani demiş ya şair “Aslında yaprak sıkılmıştı ağaçtan. Bahaneydi sonbahar.” diye… Bizler de sıkılmıştık bütün bu güzelliklerden. Türlü bahanelerle koptuk, aslında bizi hayata bağlayan dallarımızdan.
Damlaya deryayı nasıl anlatabilirsin ki? 

Tüm deryayı kendinden ibaret sanır. Deryadan usandık, dalımızdan sıkıldık. Kabuğumuzu terk etmeyi özgürlük sandık…  Bilmiyorduk oysa özgürlük sandığımız yaşamların bizi esir edeceğini; hem de ruhumuz ve bedenimizle birlikte…
Evet!                 
İşte o heveslendiğimiz kalabalıklar yalnızlığımız oldu. Hayran kaldığımız beton duvarlar tecrit etti ruhlarımızı. Terk ettiğimiz sıcak ve içten tebessümlerin yerini, selamsız, sevgisiz, muhabbetsiz bakışlar aldı, hayranı olduğumuz, fakat insanlığın gurbeti olan koca şehirlerde.
Mâ'aile oturduğumuz yemekten çok sevgiyle karnımızı doyurduğumuz yer sofraları yoktu şimdi. Her birimizin bir köşede ekmek arası öğünlerimiz oldu, karnımızı doyursa da ruhumuzu aç bırakan. Heveslendiğimiz kalabalıklar içinde çığlık çığlığa yalnızlıklar yaşıyoruz sessizce.  Gemisi batmış Robinson gibiyiz ıssız şehirlerde. Ayakkabılarımız parladı, elbiselerimiz ütülendi, saçlarımız tarandı belki şimdi, ama gönüllerimiz tozlandı dokunmayalı muhabbetle bir dost gönlü, içtenliğiyle üzerine. Kırış buruş oldu ruhlarımız, kasvetli söylemlerin arasında eğrile büküle tutunmaya çalışırken şehre bir yerlerinden. Görünüşte derli toplu, ama içleri darmadağın yığınlara döndük, üst üste konulsa da gönülleri birleşememiş insanların doldurduğu apartman dairelerinde.
Olmadı işte tutunamadık. Öksüz kaldık annesinden ayrılmış bir çocuk gibi. Her fırsatta özümüze koşuyoruz şimdi, köyümüze koşuyoruz, tarlamıza, ovamıza, bostanımıza, bağımıza koşuyoruz güneş girmeyen soğuk insanların doldurduğu soğuk duvarlar arasında üşüyen gönüllerimizi ısıtmak için. Kalabalığın samimiyetsizliğinden, sadeliğin şefkatine koşuyoruz. Şu düşünce yankılanıyor şimdi zihnilerimizde, yüzümüze vura vura: Aslında esaret sanarak terk ettiğimiz kabuğumuz, bizim özgürlüğümüzmüş…