Yoğun geçen bir günün ardından, yorgun adımlarla, sonbahara yenik düşmüş yaprakların süslediği kaldırımda ağır ağır yürüyordu. Yine bir toplantı sonrası beyninde uğuldayan sesler, evraklar, imzalar, yavaş yavaş kaybolduğunu düşünüyordu hayatın içinde. Bir adım daha atmaya mecali kalmamıştı. Ayaklarından önce iyiden iyiye yorgun düşen ruhu kendini atıvermek istiyordu, az ötede duran bankın üzerine. Ağır adımlarla banka yaklaştı ve usulca oturdu bir kenarına.
Hayat ve hayatın içinde kendi varlığı şöyle bir geçti zihninden. Daha konforlu ve keyifli bir yaşam içindi aslında bütün bu yorgunluk, koşturma, telaş... Bunu elde etme düşüncesiyle kayboluyordu şimdi sanki, hayat çarkının dişlileri arasında... Yavaş yavaş eziliyordu âdeta, kırılırcasına ruhunun tüm kemikleri...
Hayatı anlamlı kılan, sevdikleri, varlığına ihtiyaç duyduğu kimselerle birlikte olmaktı aslında. O ise onlar için çalışırken onlarsız bir hayat yaşamaya başlamıştı iş hayatının yoğunluğu ve yüklendiği mesuliyetlerinden dolayı... Bu şekilde yaşayan, yaşadığını zanneden fakat yaşamın içinde kaybolan yığınlardan biriydi sadece...
Tek bu değildi ruhunu daraltan sebep. İş yoğunluğu içinde çok şeyden uzaklaşmıştı. Gönlüne rahatlık veren duâlarına bile vakti kalmıyordu. Hele yere koyduğu zaman bütün sıkıntılarını alnından çekip alan secdeleri... İki damla yaş süzüldü gözlerinden istemsizce. Muhabbetin ve sevginin kaynağı olandan uzaklaşan nasıl mutlu olurdu ki... Çok uzaktı artık O’ndan ve O’nun sevdiği her şeyden.
İnsan, insanı insan kılan ve kısa bir yolculuk olan bu dünyada karşısına çıkan zorlukları, sıkıntıları aşmasını sağlayan değerleri yitirdiği zaman, dibi olmayan tarifsiz bir boşluğa düşüyormuş. Bunu ne yazık ki yaşayarak anlamıştı genç adam. Bir “Tevekkül” kavramı vardı onu bu yolculukta sükûnette tutan. Ruhunu hezeyanlardan kurtaran. Ve kalbindeki dünya-ukbâ dengesini sağlayan. Ve sonrasında içine dolan huzur...
Göğsünün sol yanına tarifi imkansız ince bir sızı çöktü. Bu kavramı yitirmişti kalbi, dünyaya ve zamanın akışına kapılmış yığınlar gibi. Hâris olmuştu nefsi. Yetinmeyi unutmuştu. “Ben bana düşeni yaptım, geriye kalan Rabbimin takdiri. Kahrı da hoş lütfu da...” der, ferahlardı yüreği, dünya ve üzerindekilerin verdiği sıkıntılardan. Süruru nerede ve kimde arayacağını bile unutmuştu. İki yıldır işinde uzman bir psikoloğa gidiyor ama yine de ruhsal buhranlarından kurtulamıyordu.
Nereden geldiyse aklına gayri ihtiyârî iki kelime döküldü dudaklarının arasından.
“Nur-u Dilârâ...”
O anda bir serinlik yayıldı sanki, az önce tarifsiz bir sızıyla yanan gönlüne. Zihninde geçmişe bir yolculuk oldu birden bire, sanki geri tuşuna basmışçasına. Üniversite yıllarında arkadaşlarıyla birlikte yaptıkları akşam sohbetleri geldi aklına. Sanki o günlere gitmişti o an. İsmâil abi Siyer-i Nebi anlatıyor, diğer gençler dinliyordu. “ Gençler!” dedi, Allah Resulünü anlatırken. “Bilir misiniz “Nur-u Dilara” ne demek?” Sonra yine kendi cevaplamıştı sorusunu. “Arkadaşlar, sahabe, sıkıntısı, üzüntüsü, kederi olduğu zaman Rasûlullah’ın yanına giderlerdi. Onun mübarek yüzlerini gördüklerinde bütün sıkıntıları azalır, kederleri dinerdi. İçlerine bir huzur rayihası dolardı âdeta. İşte bu yüzden Allah Resulüne “Nur-u Dilara” demişlerdi. Yani “Gönül dinlendiren sevgili” anlamına gelen...”
Genç adam o günleri yeniden yaşıyormuş gibi oldu. O gün o sohbetten aldığı tadı, o ortamda duyduğu huzuru yeniden duyar gibiydi. Derin bir nefes aldı, mahcubiyet ve güven arası, güneşin yavaş yavaş çekilerek yerini karanlığa bıraktığı sonbahar akşamından. Bir zamanlar sahip olduğu, ruhunu diri tutan, ona mücadele azmi veren değerlerini hatırlamak ilaç gibi gelmişti yorgun gönlüne. Zümrüt bir taş bulmuş gibi sevindi o anda. Tekrar derin bir nefes doldurdu içine, yavaş yavaş karanlığı bir libas gibi giyinen gecenin başlangıcında. Üç beş dakika önce omuzlarında hayata yenilmişliğin hüsranıyla bitkin bir şekilde oturduğu banktan, şimdi huzurdan iki kanat takınmışçasına hafifleyerek kalkıyordu.
Çocuksu bir heyecan kaplamıştı içini. Yitiğini bulmuştu sanki. Sevginin, huzurun, ve muhabbetin kaynağı, halk edeni olan Rabbinden ve O’nun muhabbetine mazhar olan, kendilerine de bu muhabbet yolunu tarif eden, Resulünden uzak kalarak, tarifsiz yaralar alan ruhunun, tekrar sükûnete ereceği yolu bulmuştu yeniden.
Mahcubiyet ve ümit arası bir heyecanla atıyordu kalbi. Hızlı adımlarla evine doğru yürürken diline şu satırlar takılmıştı: “Sen duyurmazsan biz duyamayız, sen sevdirmezsen biz sevemeyiz. Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini. Yar et bize hep erdirdiklerini.”( Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR )
Fatma SÜMER