Bazı insanlar var, öyle bir özgüvenle dolaşıyor ki sanırsın dünya onların etrafında dönüyor, güneş her sabah onlara günaydın demek için doğuyor. Konuşmalarına bakarsın, sanki her cümle Nobel’den alıntı. Halbuki bilmediklerini bilmemenin konforuna öyle yerleşmişler ki, oradan taşınmaya hiç niyetleri yok.
Ama asıl mesele şu: Haddini bilmemek artık meziyet sayılıyor.
Yüzeysel bilgiyle ahkâm kesmek, edep sınırlarını esnetmek, her ortamda “ben de buradayım” diye bağırmak… Çünkü sessiz kalmak, yerini bilmek, ağır durmak çağ dışı. Şimdi herkes megafonla “ben buradayım” demeye çalışıyor — içi boşsa da fark etmiyor.
Bir de bu haddini bilmeyenler kendini “doğrucu Davut” zannediyor. Halbuki kimse onlara konuşmaları için davetiye göndermedi. Ortaya atlıyorlar, her konuya burunlarını sokuyorlar ve sonra "Ben sadece fikrimi söyledim" diyorlar. Kusura bakma ama her fikrin kıymeti yok. Her sözün zamanı, zemini, bir de sahibine göre bir değeri var.
Yerini bilmemekse artık adeta kariyer planı. Saygısızlığın adı “özgüven”, cehaletin adı “kendine güven” olmuş. Herkes uzman, herkes rehber, herkes bir şeylerin hocası. Ama bir kişi de çıkıp demiyor ki: “Kardeşim sen önce bir kendini tanı. Ne biliyorsun? Kimsin? Neredesin? Ne haddine?”
Bazen öyle konuşuyorlar ki, duvar olsa utanır. Ama bunlar bırak utanmayı, kendileriyle gurur duyuyor. Çünkü aymazlıkla kibir yan yana yürüyorsa, orada aklın durup saygının arkasına saklandığı kesindir.
Unutma, haddini bilmeyen bir ağız, en çok sahibini küçük düşürür. Yerini bilmeyen bir beden, her yerde sırıtır. Çünkü her söz değerli değildir, her duruş saygı görmez.
O yüzden haddini bilmeyene laf anlatmak zordur. Ama bir kez de açık açık söyleyelim, eğip bükmeden:
Haddini bil. Yerini öğren. Gölge etme. Gerisi kendiliğinden güzelleşir.