Türkiye siyasetinin muhalif cenahında bir huy var, bir türlü terk edilemiyor: Öfkeyi örgüt sanmak. Son günlerde yine aynı sahne: “Şu marketten alışveriş yapma! Bu firmayı boykot et! Onların parasını biz mi kazandıracağız?”
Güzel. Peki sonra?
Boykot edilen zincir marketin kasiyeri ne olacak? Orada çalışan genç kadın, kredi kartı borcunu nasıl ödeyecek? Çalıştığı yerin patronuyla aynı görüşte olmayabilir ama kirasını o maaşla ödüyor. Ona da mı kızacağız? “Sen yanlış firmada çalışıyorsun” diyerek mi ikna edeceğiz?
Ya da daha geniş bakalım: O marketin, o markanın borsada hissesi olan yüz binlerce küçük yatırımcısı var. Bankadan kredi çekip yatırım yapan, çocuğunun eğitimini finanse etmeye çalışan insanlar… Onlar da mı hedef?
CHP’ye oy vermemiş olabilirler. Eyvallah. Ama sizce bu insanları düşman gibi görmekle mi kazanılırlar?
Bakın, birileri hâlâ zannediyor ki, halkı ikiye böler, “bizden olanlar” ve “diğerleri” diye sınıflandırırsak iktidar gelir. Oysa o iktidar hayalinin gerçekleşmesi için en son ihtiyaç duyulan şey: Ötekileştirme.
Gerçekten soruyorum: Ekonomik tercihleri yüzünden insanları “hain”, “yandaş”, “bilinçsiz” diye yaftalayan bir muhalefet, kime güven verir? Kime umut olur?
Siyasi strateji sloganla değil, toplumsal zeka ile yürütülür. İnsanları yalnızca öfkeye değil, vizyona da ikna etmek gerekir. Yoksa her krizden sonra “boykot edelim” deyip sonra üç gün sonra unutan bir refleksle sadece kendi içinde demlenen bir kitle olunur. O da seçim kazandırmaz, sadece haklılık hissi verir.
Son söz? Boykotla iktidar olunmaz. Zıplayarak, ötekileştirerek iktidara yürünmez, Kucaklayarak, anlamaya çalışarak, gerçekten büyüyerek olunur.