Türkiye, son yirmi yılda eğitimde büyük bir dönüşüm yaşadı. 2000’li yılların başında yalnızca 70 milyon nüfusa sahip bir ülkeyken bugün 85 milyonu aştı. Bu artış, doğal olarak yükseköğretime olan talebi de hızla büyüttü. Devlet, bu talebe cevap verebilmek için “her ile bir üniversite” hedefiyle yola çıktı.

Bugün Yükseköğretim Kurulu verilerine göre Türkiye’de 208 üniversite bulunuyor.
Bunların 129’u devlet, 75’i vakıf, 4’ü vakıf meslek yüksekokulu statüsünde.
Yani kâğıt üzerinde Türkiye, Avrupa’nın en fazla üniversiteye sahip ülkelerinden biri haline geldi. Ancak mesele sadece “kaç üniversitemiz var” sorusuyla bitmiyor. Asıl soru şu: Bu kadar çok üniversite, gençlere gerçekten kaliteli bir eğitim sunabiliyor mu?

Nitelikten Çok Nicelik

Türkiye’de bugün yaklaşık 8 milyon üniversite öğrencisi bulunuyor. Bu rakam, Avrupa’da birinci sıralarda.
Ama aynı tabloyu dünya üniversite sıralamalarında göremiyoruz.
Uluslararası listelerde ilk 500’de yer alan Türk üniversitelerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.

Bunun sebepleri çok açık:

  • Araştırma fonlarının yetersizliği,

  • Akademik özgürlüklerin sınırlı olması,

  • Sanayi ve bilim işbirliğinin zayıf kalması,

  • Kadro yetersizliği ve liyakat sorunları.

Sonuçta, birçok üniversite yalnızca isim olarak var. Kampüsleri tamamlanmış, tabelası asılmış ama laboratuvarında ışık yanmayan, öğrencisine gelecek vizyonu sunamayan kurumlar hâline gelmiş durumda.

Diploma Var, İş Yok

Türkiye’de üniversite mezunu olmak artık “garantili gelecek” anlamına gelmiyor.
Her yıl yüz binlerce genç mezun iş ararken, diplomalı işsiz sayısı artıyor.
Eğitim sistemimiz, sektörlerin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünü değil, kâğıt üzerindeki mezun sayısını artırıyor.

Oysa Avrupa’da veya Asya’da birçok ülke, sanayi politikalarını eğitim sistemiyle birlikte planlıyor.
Mesleki eğitim, teknik üniversiteler ve uygulamalı bilimler merkezleri, ekonomik büyümenin motoru olarak görülüyor.
Bizde ise hâlâ “üniversite bitirmek” bir amaç olarak görülüyor; “üretmek” değil.

Avrupa ile Aramızdaki Fark

Avrupa’da bazı ülkeler Türkiye’den çok daha az üniversiteye sahip olmasına rağmen, dünya sıralamalarında zirvede.
Örneğin Almanya’da yaklaşık 400 üniversite var, ama her biri güçlü araştırma bütçeleriyle çalışıyor.
Bizde ise çok sayıda üniversiteye rağmen öğretim üyesi başına düşen öğrenci oranı hâlâ yüksek.
Birçok üniversitede araştırma görevlisi eksik, yayın sayısı düşük, Ar-Ge faaliyetleri neredeyse yok.

Bu tablo, bize üniversite sayısının değil, üniversite ekosisteminin güçlü olması gerektiğini hatırlatıyor.

Ne Yapmalı?

Türkiye’nin artık “sayıyı artırmak” yerine “niteliği güçlendirmeye” odaklanması gerekiyor.
Üniversite reformu; sadece kampüs inşa etmek, bina açmak değil, düşünceyi özgürleştirmek demektir.

  • Üniversitelerde bilimsel özerklik korunmalı,

  • Araştırma bütçeleri artırılmalı,

  • Sanayi ile üniversite arasında kalıcı işbirlikleri kurulmalı,

  • Meslek yüksekokulları güçlendirilerek istihdam alanlarına yönlendirilmelidir.

Eğer gençler üniversiteye sadece “diploma almak” için gidiyorsa, o sistem zaten tıkanmış demektir.

Son Söz

Türkiye’nin genç nüfusu büyük bir fırsattır — doğru yönlendirilirse.
Ama bu fırsat, sadece sayıların arkasına sığınarak değerlendirilemez.
Üniversite, tabelasıyla değil; laboratuvarındaki ışığıyla ülkeyi aydınlatır.
Gerçek kalkınma, binalarda değil, bilimde başlar.

Mehmet Şentürk | Batı Akdeniz Gazetesi