Milletin, seçmenin, delegenin oyuyla gelenin millete borcu olur. Atamayla geleninse sadece üst makama selam durması yeterlidir. Hal böyleyken, sizce hangisi daha “pratik”?

Düşünsenize, seçim yok, seçmeni, delegeyi, parti tabanını ikna etmek yok,  miting yok, broşür bastır, bayrak as derdi yok. “Seçim vaatleri” diye bir masraf kalemimiz eksiliyor. En önemlisi de halkla muhatap olmak gibi yorucu işlere gerek kalmıyor! Mis gibi düzen: Ankara'dan telefon geliyor, koltuğa oturuluyor.

Ama gelin görün ki, seçilmek diye bir illetimiz var. Vatandaş bir umut sandığa koşuyor. Diyor ki: “Belki bu sefer farklı olur.” Sonuç? Adaylar arasında "kim daha az yalan söylüyor" kimin sözüne güvenilir? Parti kime emanet edilir? idarecilik yöneticilik kime verilir yarışması. Oy pusulası değil adeta sabır testi.

Peki ya atanma? Eh, liyakat desen masallarda kaldı. Eskiden diploması olan kazanırdı, şimdi doğru kişiyi tanıyan. KPSS’den 99 alıp evde bekleyen varken, “Yeğen iyi çocuk, onu yazalım” devri yaşanıyor. Bürokrasi mi dediniz? Adı var, tadı yok.

Siyasetçinin atanması, halkın elinden “hesap sorma” hakkını da alır. Yarın biri çıkıp “Neden bu karar alındı?” dediğinde, cevap net: “Ben mi seçtim kardeşim, yukarıdan geldi.

Hadi gelin dürüst olalım. Bu ülkede seçileni de, atananı da sorgulamayı pek sevmeyiz. Oy verirken “hemşerim”, atama yapılırken “bizdendir” diye bakarız. Sonra da memleket neden gelişmiyor? Partimiz neden başarılı olmuyor? diye ağlaşırız.

Belki de çözüm ne seçimde ne atamada. Belki de çözüm, halkın gerçekten hesap sorduğu, yöneticilerin gerçekten halka hizmet ettiği bir düzende… Ama o da başka bir hiciv konusu.

Şimdi siz söyleyin: Seçilmeli mi, atanmalı mı? Yoksa biz hâlâ “kimin adamı” olduğuna mı bakacağız?