Edebiyatımızda ve halk kültüründe kısa anlatımın birçok örneği var. Aslında insanın doğasında kısa anlatma eğilimi var. Bir omuz silkerek ya da kafamızı sallayarak, elimizi sallayarak birçok şey anlatmak mümkün. Buna beden dili, eski deyişle jest ve mimik, deniyor. Özlü sözler, deyimler, alkış ve kargışlar (dua ve beddualar), duvar yazıları, kısacık fıkralar, birkaç dizeden oluşan şiirler… Ve günümüz çocuklarının pek rağbet ettiği kısaltma dili ve emojilerle iletişim.

Rahmetli hocamız Doğan Aksan, “Vatandaşın kendine göre değer yargıları ve bunları kısaca anlatmaları vardır. “Kulak asma! Çekiver kuyruğunu! Al birini vur ötekine! Ciğeri beş para etmez!” dedi mi o insan ağzıyla kuş tutsa itibar görmez. Ama “Hâzâ beyefendi! Oooo! Adamın dibidir!..” dedi mi de itibar tavan yapar” demişti.

Bunların hepsi de kısa anlatım.

Fıkrayı bilirsiniz: Adamdan iki saatlik bir konuşma yapmasını istemişler. “Yüz liranızı alırım” demiş. Bir saatlik konuşma olursa… “Beş yüz liranızı alırım…” diye cevap vermiş. “Peki 5 dakikalık bir konuşma istesek…” denince, “5 bin liranızı alırım…” cevabını vermiş. “Neden öyle?..” sorusuna da, “Çünkü bir konuyu 5 dakikada anlatmak hem çok çaba ister, hem de yetenek…” cevabını vermiş.

Gerçekten de kısa ve yoğun anlatım, bilgi ve yetenek ister. Atasözleri ve fıkralar uzadıkça tadı kaçar. Bunların yüzyıllar boyunca damıtılması da ayrı bir özelliktir. Duvar yazıları ve özdeyişler ise tıpkı şiir gibi özel yetenek ister.

“Hocam kısa anlatım yazana da okuyana da zaman kazandırıyor. Öyleyse uzun uzun anlatmaya ne gerek var?” dediğinizi duyuyorum. Öyle ya! Bin iki bin sayfalık ve ciltler dolusu nehir romanlar, destanlar ve halk öyküleri, divan edebiyatımızdaki mesneviler ve bir konu etrafında yazılmış tuğla gibi kitaplar.

Neden?

Son zamanlarda “tostla beslenip testle bilgisi ölçülen çocuklar”dan yakınıldığını bilirsiniz. Bu çocuklar bedensel bakımdan sağlıklı olmadıkları gibi bildiklerini de ya yarım yamalak biliyorlar ya da üç beş gün sonra unutuyorlar. Bu tarz yetişen çocukların özellikle genel kültür bakımından ne kadar sığ olduklarını televizyon kanallarındaki bilgi yarışmalarından fark edebilirsiniz.

İşte uzun uzun anlatmanın önemi burada ortaya çıkıyor. Herhangi bir konuyu merak eden kişi öyle daldırçıkar bilgilerle doyuma ulaşamaz. Bütün ayrıntıyı merak eder. Bilir ki “Şeytan ayrıntıdadır.” Onlara bir şeyler anlatmak isterseniz enine boyuna anlatmalısınız. “Çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz”mış. Doğrudur. Ama anlatmanın da dinlemenin de kendine özgü bir keyfi var. İyi anlatılırsa söz büyüdür. Yok mu çevrenizde aynı fıkrayı birçok kez anlattığı halde aynı keyifle size dinleten kişiler? Çok. Ama teyp gibi bire bir aynı anlatmaz. Her seferinde değişik bir şeyler eklemeyi ihmal etmez.

Birgün öğretmenler odasında bir şeyler anlatıyorum. Uzun uzun, ayrıntılı olarak anlatıyorum. Herkes de ağzıma bakıyor. Dinleyicilerden biri atıldı: “Hüseyin Hocam, dedi, bu senin yaptığın ne sanatı?” Ne diyeyim? Edebi sanatlar içinde böyle bir sanat yok. Ağzımdan kendiliğinden çıkıverdi: “Ballandırma sanatı.”

Merak sahibi kişiler için yapılan konuşmalarda, ballandıra ballandıra anlatmak bir sanattır. Onlar her tülü ayrıntı ile ilgilenir. Sözün de darasını firesini düşerler. Çürüğünü çarığını bilirler. Sağlamını ceplerine, çürüğünü çöpe atarlar.

Bugünkü yazıyı bir fıkra ile bitirelim: Adamın biri avcı öykülerini pek severmiş. Bir yerde büyük bir teke olduğunu, o tekeyi de bir avcının vurduğunu duymuş. Binmiş arabasına avcının olduğu yere gitmiş. Aramış taramış avcıyı bulmuş. Tabii bu arada dinleyeceği öyküyü hayal edip keyiflenirmiş. Avcıya demiş: “Falan yerde büyük bir teke varmış. Onu sen vurmuşsun…” “Ben vurdum” demiş avcı. “Nasıl vurdun hele bir anlat” demiş adam. Avcı, “Ava çıktıydım. Teke karşıma çıkıvermez mi? Bir attım, teker meker yuvarlandı.” “Bu kadar mı?” diye sormuş bizimki. “Bu kadar…” demiş avcı. Adam, “Öyleyse bacağını bilmem nerene sok.” deyip dönmüş gelmiş memleketine.

SOMSÖZ: HER ŞEY, UZADIKÇA BALLANIR.