İnsanoğlu gençliğinde ne kadar sak olursa olsun nasıl yaşayacağına dair bir öngörü yapamıyor. Bu da onun rüzgârın önündeki bir yaprak gibi savrulmasına neden oluyor. Çoğu zaman, ”Saç tava geldi ömür kalmadı, akıl başa geldi hamur kalmadı” oluyor. Elbette yaşadıklarından pişman olan yok. “Bugün hayat yeniden verilseydi aynı şeyleri yapardım” diyen çok.

Yaşlılar zaman zaman nasıl yaşamamız gerektiğine dair öğütler verse de bir kulağımızdan girip ötekinden çıkıyor. Genellikle bu sorunun cevabını 50-60 yaşlarından sonra aramaya başlıyoruz.

Bugün nasıl yaşamalı sorusuna öyle köşeli cevaplar veriliyor ki hepsi de şablon. Hiçbiri size uymaz. Ben de kendimce bu soruya şablonlardan ve ısmarlama reçetelerden uzak durmaya çalışarak bir cevap arıyorum…

Ben 62 yaşındayım. Bugüne kadar yaptıklarımdan ve yaşadıklarımdan yana hiçbir pişmanlığım yok. Bu yazının amacı, “Acaba daha iyi, daha güzel olabilir miydi?” sorusuna cevap aramak. Tabii 60 yılın verileri ışığında.

İnsanın akrabalarını ve hısımlarını seçme gibi bir lüksü yok. Bu yüzden elimizde olanlarla idare edip onlarla birlikte yaşamaya alışmak gerekir.

Ben çocuklara “Adam biriktirin, anı biriktirin!” diyorum. Ama hem okuduğum anılarda, hem de biyografilerde kimsenin böyle bir çabasının olmadığını görüyorum. Ölen kişilerin arkasından şöyle iyiydi, böyle iyiydi gibi sözler ediliyor.

Erdemli bir insan olmak için özel çaba harcadım. Hatta bunun için binbir çeşit zahmete ve masrafa da katlandığımı söyleyebilirim. Bu bir tercih meselesidir. Pişman değilim.

Bugün “nasıl yaşamalı” sorusuna vereceğim cevap “aşkla!” olacaktır. Evet, aşkla. Kişi işini, eşini ve aşını sevmeli. İşinizi severseniz, başarılı olursunuz. Eşinizi severseniz, eve giderken ayaklarınız uçar gibi gider. Aşınızı severseniz her gün bulgur pilavı da yeseniz zorunuza gitmez. Yaşadığınız yeri severseniz dağın yamacında çorak bir yer de olsa kam alırsınız.

Yaşamı sırasında insanın önünden kaçan çok olur. Kimi zengin olmayı tavsiye eder, kimi kariyer yapmayı. Kimi vatan millet, çoluk çocuk için bir şeyler yapmayı önerir kimi de tembelliğin gözüne vurmayı. Bize düşen, bu önerilerin arasından hoşumuza gideni, imkânlarımız içinde olanı yapmaktır. Yaşamayı sanat yapan şey biraz da budur: Herkesin kendine göre bir yaşam tarzının olması.

Yaşam tarzı eğitimle biçimlendirilebilir mi? İşte zurnanın zırt dediği yer. Birçok aile çocuklarına iyi bir yaşam vermek adına onun okuması ve bir meslek sahibi olması için varını yoğunu döküyor. İyi bir meslek sahibi olmak, iyi bir yaşam için yeterli midir?

Değildir.

Çocuklarına azla yetinmeyi öğreten kişi, onlara büyük bir servet bırakmış demektir” diyordu bir özdeyişte. Hırsın tersi olan kanaat büyük bir zenginliktir. Edebiyat öğretimi sırasında öğrenciler “Hocam bu konudan soru çıkar mı?” diye sorarlar. Testle yetişen çocukların kaderidir bu. Öğretmen ise bilinen bir fıkranın, ezberlenen bir şiirin, baştan sona söylenebilen bir şarkının onlar için en büyük zenginlik olduğunu fark ettirmelidir. Resim öğretmeni resim dersinin amacının sadece resim yapmak değil, resimden, heykelden, mimari ürünlerden, peyzajdan, danstan, tiyatrodan, modadan… kısacası tüm görsel üretimlerden zevk almak olduğunu öğrenciye hissettirmelidir.

Yani bir hekim müzikten, görsel sanatlardan zevk almıyorsa, damak zevki gelişmemişse, bunlardan bazılarını becerecek donanımdan yoksunsa son model arabalarda, akıllı evlerde yaşamış, en ileri teknolojik cihazları kullanmış pek makbul bir yaşama sayılmaz. Yaşam gustosu biraz da bunların toplamıdır.

İyi insanlarla dost olmamışsa, iyi bir çevreye düşmemişse yazık o kazanca ve kariyere.

SOMSÖZ: İYİ YAŞAMAK, BİRAZ DA NASİP İŞİDİR.