Ne kadar yoksul olursa olsun insanın anasından duyduğu dil anadilidir. İnsan nasıl ana karnında iken dışarıdaki konuşmaları duyar, anasının duygusal değişimlerine tanık olursa, anasından duyduğu sözcükler de onun kimliğinin en derin yerlerine sızar. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun deyişiyle insanların ana diliyle ağlaması, ana diliyle sövmesi, ana diliyle sevişmesi bu yüzdendir. Yani duygusal yoğunluk zamanlarında insan anasının kucağına sığınır gibi ana diline sığınır. Türkü söylemek de insanları duygusal bakımdan yoğunlaştırdığı için insan en çok anadiliyle söylediği türkülerden keyif alır. Bence insanlar kendi dilleriyle yapılmış bütün bestelerden hoşlanır da başka dillerde yapılmış bestelerden ara sıra hoşlanır. Çünkü kendi diliyle yapılmış bestelerde sözcüklerin anlattığı şeylerden çok daha fazla şey vardır.
Ana dili, ana kokusu gibidir. O, insanı sarıp sarmalar. Annesinin kokusu olmadan uyuyamayan bebekler gibi insanoğlu da zaman zaman ana dilini konuşmadan, hiç olmazsa dinlemeden rahatlayamaz. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Antalya gibi kentlerimizde her yörenin kahvehaneleri var. İnsanlar kim olursa olsun bu kahvelere takılıp birer çay içiyor, kentinin öteki ucundan da olsa birkaç kişi ile birlikte oluyor, kentinin konuşmasını bir türkü dinler gibi dinliyor. Bu türden kahvehaneler ilçelerde bile var.
Nasıl iyi bir marangoz ağacın hasını, iyi bir terzi kumaşın iyisini, iyi bir kasap etin tazesini uzaktan bakar bakmaz bilirse ben de anamın sözcüklerini uzaktan bile duysam bilirim, kulak kabartırım. Bunu bilmek için farklı yörelerden olmaya da gerek yoktur. Biraz dikkatli kişi kendi yöresinin adamını tek cümlede tanır ve bilir. Hatta sülalesini bile söyleyebilir.
Bir kuzunun, bir buzağının anasını sesinden ve kokusundan bilip yaklaşması gibi bir bebek ve çocuk da anasını aradan elli yıl geçse bile sesinden, sözlerinden tanır. Köylüsünü ve hemşehrisini de... Kendisini ona yakın hisseder. Başkalarıyla on günde bilişlik kurarsa köylüsüyle on dakikada bilişlik kurar ve onunla sırdaş oluverir.
Yeri gelmişken söyleyelim, iki arkadaş konuşuyor. Biri ötekine soruyor:
-Nerelisin?...
-Burdurluyum...
-Yok yav... Sen Burdurlu değilsin...
-Nereden bildin?...
-Burdurlular, “Burdurluyum” demezler.... “Budulluyum...” derler.
Gerçekten de dikkat ediyorum, Denizlililer bu sözcükteki “N” sesini nazal ne olarak söylüyor. Kırşehirliler “Gırşeğerliyim;” Konyalılar, “Gonyalıyım” diyor. Bunu söylerken de sözcüğü ağzında tatlı bir şey yermiş gibi söylüyor. Hani Gastamonulular da “Ayı çıkabülü, daş düşebülü...” demişler ya.
Bizde Türkçe edebiyat öğretmenleri yöresel ağız özelliklerini ortadan kaldırmaya çalışırlar. Kaldıramazlar. Analar var oldukça da kaldıramayacaklar.
Anamızın dili belki kabadır, belki yoksuldur, belki ayıp sözcükler de vardır içinde. Ama... Anamızdan nasıl kaba diye, yoksul diye, ayıp sözcükler kullanıyor diye vazgeçemiyorsak onun dilinden de vazgeçemeyiz. Çünkü onun varlığı bizim genlerimize işlemiştir.
İnsanoğlu nasıl çocukluğunda edindiği damak tadını, kokuları ömrü boyunca biliyor ve arıyorsa “kulak tadını” da bilir, arar, bulur. Bu bir Karadenizlinin kemençe çalınca, bir Egelinin zeybek çalınca bir Tekelinin kırık hava çalınca heyecandan yerinde duramaması gibi bir şeydir.
Çünkü çocukluk insanın cennetidir.
Fıkrayı bilirsiniz: Karadenizli Trabzon plakalı bir araba görünce şoföre sormuş: “Ha uşağım! Nereden celeysun?” “Trabzon’dan...” cevabını alınca da “Hamsi yedun mi? diye sormuş. “Yedum” cevabını alınca, “Ha kurban olduğum! Osur da bir kokayım daa!..” demiş.
SOMSÖZ: ANADİLİMİZ, ANAMIZDIR; ONDAN BESLENİR, ONUNLA HUZUR BULURUZ.