Birçok kişi 1071 yılında Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun fethedildiğini düşünür. Her yıl 26 Ağustos’ta kutlanan da bu olaydır güya. Fethi Arapça temel anlamında olduğu gibi anlarsanız bu doğrudur. Yani 26 Ağustos 1071 tarihinde Anadolu’nun kapıları açılmıştır. Halbuki günümüzde fetih sözcüğüne yepyeni bir anlam yüklenmektedir. Bu anlamıyla fetih sadece ele geçirmek değil, tanımak ve diriltmektir. Yani fethedilen şeye yeni yepyeni bir ruh üflemek. İstanbul’un fethi ile kastedilen şey budur. Kadim İstanbul çürümüş ve kokuşmuş bir kenttir. Fatih İstanbul’u fethederek bu kenti diriltmiş, oraya adaleti ve insanlığın o zamana kadar kazandığı tüm güzellikleri getirmiştir. Aynı durum 400 yıl önce Alpaslan ve Anadolu için de geçerlidir.

Fetih, her fatihin düşüdür.

Eğer 19. ve 20. yüzyıllardaki Afrika’yı, Uzakdoğu’yu ele geçiren ya da Amerika’yı keşfeden kişilerin yaptığını da fetih sayarsanız yanılırsınız. Onlarınki fetih değil işgaldir. İşgal sadece sömürmek ve talan etmek maksadıyla ele geçirmektir. 20. Yüzyılın başında Yunan ordularının yaptığı da budur. Geri çekilirken yakıp yıkmak da ancak işgal ordusunun yapabileceği bir şeydir.

Peki biz Anadolu’yu ne kadar fethettik? Bu güzel coğrafyayı ne derece sevdik ve hem maddi hem de manevi bakımdan ne kadar kalkındırdık? Bence Cumhuriyet hükümetlerinin onca afra tafrasına rağmen Anadolu’yu fethedemedik. Onu içinde değerli bilgilerin olduğu kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim gibi duvara astık ve arasıra baktık. Kutsal olduğunu söyleyip durduk, ama içindeki bilgilerin aslına ermek için hiçbir çaba göstermedik. Yakup Kadri’nin 1932 yılında yayınlanan Yaban adlı romanında söylediği gibi Anadolu’nun bir ruhu vardı anlayamadık. Anadolu insanını tanımak konusunda istekli olmadık. Onu itip kaktık. Onun değerlerine hor baktık. İster okumuş ister siyasi devlete sırtını dayayanlar onu maraba gibi gördü. Tıpkı bugün milliyetçiyim deyip milli kültür değerlerini küçümseyenler gibi. Tıpkı dindar görünüp bakara makara postalayanlar gibi.

Ana çocuğunun her şeyiyle yakından ilgilenir. Seven de sevdiğinin her şeyini bilir. Sevdiğini sevmediğini, yeteneklerini becerilerini, bildiklerini bilmediklerini. Gezdiğini gezmediğini, kimlerle olduğunu merak eder. Bilgilerini, duygularını kendisiyle paylaşmasından büyük keyif alır. Bunları yaparsa ana ile çocuğu, seven ile sevdiği arasında kopmaz bağlar kurulur. Yapmazsa çocuk piç gibi olur. Sevilen seveni terk eder, ortada bırakır. Kendisi de orta malı olur.

Fetih bir kuru söz değildir. Baştan sona bir eylemdir. Fatih, fethettiği ülkeye bir ananın yavrusuna baktığı gibi bakar. Onu karşılıksız sever.

Cumhuriyetle birlikte yetişen kuşak Anadolu’yu fethetme telaşı yaşar onu tanımak ve anlatmak için gecesini gündüzüne katar. At sırtında köylere gider, köylerdeki bir yanlış düşünceyi yıkmak için ölümüne mücadele ederlerdi. Bir türkü, bir hikaye bulmak için dere tepe dolaşırlardı. Onların son kırıntıları da tükenmek üzere.

“Bunca üniversitede bilim adamları Anadolu’yu araştırıyor” dediğinizi duyar gibiyim. Fetih bu değildir. Sevmezseniz ne anlayabilirsiniz ne de tanıyabilirsiniz. Sevmezseniz kopyala yapıştır ile bilim yaptığınızı sanırsınız. Bugünün kuşakları da bunu yapıyor. Bu yüzden derinleşemiyor, Anadolu’nun ruhuna nüfuz edemiyor.

Gözümüzü yabancılara dikmiş onlardan bir bilgi kırıntısı alabilir miyiz diye bekliyoruz. Onlar da bütün sömürgeciler gibi elde ettikleri bilgilerin azıcık bir kısmını bize koklatıyor, yararlı bilgileri kendilerine saklıyor. O bilgiler bizim elimizi kolumuzu bağlayan sözleşmelerde ortaya çıkıyor.

Sözle fetih yaptığını söyleyen sözde fetih yapar.

SOMSÖZ: FETİH, HAMASETLE DEĞİL, BİLGİ VE ÇALIŞMAYLA OLUR.