Bu soru kafama takılalı epey oldu. Dinlediğim ezgilerde iyi besteciler ve çalgıcılar sazın çıkardığı sesleri Türkçeye uyarlamış gibiydiler.
Şu sıralarda you tube’ta şive taklitleri falan izlerken bu konuda yanlış düşünmediğimi ve yalnız olmadığımı gösteren bir videoya rastladım. Emre Yücelen’in türkücü Oğuz Aksaç ile yaptığı görüşmede Oğuz Aksaç, “İyi türkü okuyan biri, okuduğu yörenin çalgısına benzer. İyi okumanın içinde o yörenin çalgısının sesleri ve tarzı vardır.” Diyor ve Erzurum türküsünün nağmelerinde zurnanın, Elazığ türküsünde klarnetin, Teke yöresinde de sipsinin konuştuğunu örneklerle anlatıyordu. Türkü söyleyen kişinin bu çalgıları düşünerek nağme yapmasını da öneriyordu Oğuz Aksaç kardeşimiz. Ayrıca bir yörenin türkülerini iyi söylemek için o yörenin çarşısında pazarında dolaşmanın, yöre ağzındaki ayrıkçaları (nüans) tanımakta ve türküyü seslendirmekte çok yararlı olacağını da ekliyordu.
Oğuz Aksaç orada “Biz müziği ağlama ile öğrendik” diyor ve bu düşüncesini ispat etmek için de çocukların ağlamasından acılı türkülerimize aktardığı örnekler veriyordu. Ve ekliyordu: Bu sadece bizim türkülerimizde değil dünyanın her yerinde vardır. Her yerde acının dili aynıdır.”
O videoda Aksaç birçok çalgıyı çalabildiğini de söylüyor. Türkülerimizi de Allah için güzel yorumluyor.
Oğuz Aksaç bir şey daha söyledi: Türkülerin ortaya çıktığı yörenin diliyle söylendiği zaman daha rahat seslendirildiğini ve daha keyifli olduğunu.
Ben bunu bir meyveyi ya da sebzeyi dalından kopararak elde etmek gibi anladım. Birçok kişi için istediği şeyleri pazardan almak hem zahmetsizdir, hem de daha ucuzdur. Ama onlar keyifteki birçok ayrıntıyı atlıyor.
Nasıl doğadaki hayvanların sesleri, görünüşleri ve yaşam tarzları doğa ile bir bütün oluşturuyorsa insanların yaşam tarzları, konuşmaları ve çalgıları da doğanın onlara sunduğu imkanlar doğrultusunda oluşuyor.
Hayvanlar ve doğa da Türkçe konuşmaktadır. Kedi miyavlar, köpek havlar, kuzu meler, öküz müler. Su çağıldar, yel fısıldar. Ayakkabı tıkırdar, dudaklar şapırdar. Kımıldamak ve kıpırtı bile eşyanın hareketini anlatan seslerden oluşur. Biraz ezgi kulağı olan kişinin kımıldamak ve kıpır kıpır sözcüklerinin anlamını rahatça anlaması gerekir.
Geçenlerde konuşamayanların anlaşmalarını izledim. Hem ağızlarıyla sözcükleri tekrarlıyor hem de el, baş ve göz hareketleriyle anlatıyorlardı. İzledikçe izleyesim geldi. Onlar sesle hareketi birleştiriyorlar ve bir senfoni yaratıyorlardı.
Kemençe hoplar zıplar, saz ağlar sızlar. Birincisi horon yapar, ikincisi ağıt yakar. Davul kükrer. Darbuka kıvrak kıvrak dans eder. Elbette zurnanın, sipsinin, klarnetin, kemanın da dili vardır. Onlar da bazen alçak sesle bazen yüksek sesle konuşur. Tulum, akordeon, kaval, kabak kemane, kanun, ut, tambur, def, bendir… Hepsi, hepsi Türkçe konuşur. Hem de halis Türkçe. Onların konuşmaları kocaman bir dost meclisi gibidir. Her birinin meşrebi, sözcesi, bakışı ve duruşu farklıdır. Ama hepsinin arasında kökü derinlere inen bir gönül bağı vardır.
SOMSÖZ: ELBETTE.