Zülfü Livaneli anlatmıştı: Bir kişi ölümsüz olmak ister. Bir uluya bunun sırrını sorar. O da der ki, “Bir çalgı al ve çalmaya başla. Onu çaldıkça ölüm sana yaklaşamaz. ” Gerçekten de o çalgıyı çaldıkça ölüm ona yaklaşamaz. Ne zaman ki gücü tükenir, ölüm ona ancak o zaman yaklaşır.
Bazı çalgıları ve çalgıcıları dinledikçe insan bu efsaneye hak vermeden edemiyor. Az önce uğur Önür’den “Ümmü Kız” adlı türküyü dinledim. “Ümmü Kız,” Teke yöresinden bir ağıt. Uğur Önür, kabak kemaneyi çalıyor. Bir de sipsi var. Ben o türküyü dinlerken şunları düşündüm:
Benim çocukluğumda vefat edenlerin yakınları onun başucunda ağıtlar yakar, onun güzel yanlarını anlatırlardı. Öyle içten ağlar ve öyle güzel şeyler söylerlerdi ki dinleyen kişiler “İki kelam da ben söyleyip içimi dökeyim” diye düşünürlerdi. Ağıt kültürünün derin olduğu yerde ağıtçılar ne yaparlardı bilmem.
Din, -kadere isyan saydığı için- ölenin arkasından ağlamayı günah sayar. Onlara göre ölen insan değil, kaybolan bir eşyaymış sanırsınız. Halbuki ölen, ebediyen geri dönmeyecek sevgili bir insandır. Anadır, babadır, kardeştir, eştir, çocuktur. Yitmiştir ve bir daha ondan haber alınmayacaktır. Bu yüzden bizim insanımız içinden geldiği gibi yaşamayı dine aykırı görmez ve ölüsünün ardından acılarını istediğince yaşar, istediğince içini döker. Ağıdını da yakar.
Bazen bu ağıtlar sadece eş, dost ve akrabaların değil, bütün sevenlerin ve sevilenlerin öyküsü haline gelir. Herkes o ezgilerden ve sözlerden nasiplenir. Bir yerleri sızılar, gözleri yaşarırsa da o acı derdine em, yarasına merhem olur. Bozlaklar, göç türküleri, ağıtlar... bu türdendir. Tıpkı kurşun yarasını dağlamak gibi.
Ümmü Kız türküsü de böyle bir Teke türküsüdür. Ümmü kız bir ağanın kızı. Ağa onu bir başka ağanın oğlu ile evlendirmek ister. Ama kızın gönlü köyün çobanındadır. Ümmü, çobanla kaçarken çaya düşer ve boğulur. Türküyü yakan, çobandır.
Bu türkü çalgıcının ve söyleyenin yaratmasına yatkındır. Sesini beğenenler bu türküde iç acılarının tümünü boşaltabilir. Tabii çalgıcılar da. Dinlediğim türküde kabak kemane ve sipsi hikayeyi yeniden anlatmakta, çobanın acılarını sıcak sıcak sunmaktaydı. Bundan 60 yıl önce olduğu gibi iç acıtıcı ağıtlar yakılmakta, biri bırakıp öteki başlamakta, biri pesten, öteki tizden Ümmü kızı anlatmakta, dinleyenler dolukmaktaydı.
Burada, “İnsan niçin çalgı kullanır?” sorusunu da sormak gerekir.
Bir Karadeniz türküsünde, “Oy kemençe kemençe/ Nerdeyidin dün gece?/ Vurur kırarım seni/ Eğlencesin eğlence...” der. Bu sözlere bakınca, insanın “eğlenmek için” saz çaldığı düşünülür. Ama Aşık Veysel ustanın saza çok daha özel görevler yüklediği görülür. Pir Sultan’a atfedilen sazını başının üstüne kaldırmış, sımsıkı tutan ozan heykelinde de sazın bir eğlence aracından çok fazla şey anlattığı görülür.
Tabii bir ağıtçı sadece yürek yangınını hafifletmek için yakım yakar. Aşk, gurbet, ölüm gibi dertlerden yana yüreği yanmış olanlar da o türküleri çaldıkça, söyledikçe, dinledikçe sızıları azalır. İrinleşmiş bir yara gibi içlerindeki irin aktıkça ağrıları hafifler.
Çalmak ve söylemek, bir çeşit kendi etrafında dönmektir. Bir hedefe doğru gitmek yoktur onda. Dans gibi bir şey. En güzel olanı yakalamak için döner durur yapan. En güzel notayı bulmak, en güzel dönüşküyü (korelasyon) yakalamaktır amaç. Kanatları yanıncaya dek uçacaktır. Başka yolu yok.
SOMSÖZ: YAŞAM DA ÖYLEDİR.