(KURMACADIR)

Ey Oğul!

Kırtıl semahı yüzyılların içinden süzüle süzüle gelir. Sözler Pir Sultan’ındır. Ama ezgileri daha ötelere gider. Ben diyeyim Hacı Bektaş’a, sen de Yesevi Hoca’ya. Halkın her şeyi su gibidir: Buradan batar, falan yerden çıkar. Buz gibi… Şerbet gibi… İlaç gibi… Çıkar da kurda kuşa, ota ağaca, çiçeğe böceğe can olur. Kırtıl bir simgedir. Değilse güzel yurdumun her yöresinde semahlar kurulur, semahlar duyulur. Her yerde insanlar semahlarla yunur, arınır.

Semah bir çeşit bengidir. Bengi, yani ölümsüzlük… Tahtacılarda bengi düğünlerde oynanır, semah ise cem törenlerinde dönülür. İnsanoğlu hep ölümsüzlüğün peşinde olmuş, bir kelebek gibi yükseklere, hep yükseklere çıkmak için kanat çırpmıştır. Bu kanat vuruşları dimdik değil, döne döne olur. Bir kuşun yükselişi gibi. Kartalların, turnaların yükselişi gibi… Yükselmek bedenen değil, ruhendir. İnsanı içindeki coşku kanatlandırır ve yedi kat arşa çıkarır. Bu da bir çeşit ölümsüzlüktür. Herkes bilemez ve herkes o doyuma ulaşamaz. Çoğu kişi yarı yolda kalır. Kanatları ya yanmış, ya kırılmıştır.

Bir kuş nasıl yükselir? Havayı kendine destek yaparak… Göğsünün altına havayı alır ve kanat çırpmadan, dinlenerek yükselir.

İnsanoğlu da öyledir oğul. O da havayı kanatlarının altına alarak yükselir. Bu hava, ezgidir. Semahın ezgisi insanın kulaklarından girer, insanı havalandırır. Ta arşa kadar…

Yunan esatiri miydi o? Hani tanrılardan biri güneşe gitmek ister. Ama güneşe yaklaştıkça bal mumundan yapılmış kanatları erir. Ne kadar kanat çırparsa çırpsın bir türlü güneşe varamaz. Ama o vaz geçmez. Bir kelebek gibi hep ışığa doğru kanat çırpar. Ulaşamayacağını bile bile. Bazen kanatları yanar, çaresizce bir yere devrilir. Ölüm bir yazgıdır oğul. Ve yazgıya bozgu olmaz der atalar.

Onun adı Veli idi. Kırtıl köyünde yaşardı. Kırtıl köyü Silifke’den Gülnar’a giderken dağların arasında bir köy. Sırtını dağlara vermiş bir Tahtacı köyü. Veli o köyün divanesi. Yol yordam, usul erkan bilmez bir adam. Yalın ayak, başı kabak köyün içinde gezer durur. Az konuşur. Her şeye bakar, her şeyi görür, her şeyi bilir. Ama konuşmaz. Sırtında partallar. Ne kadar yeni şeyler verilse giymez. Hep aynı. Bakar, düşünür, ama konuşmaz.

Oyun da bilmez Veli. Köyde çocuklar oynar, büyükler oynar, kadınlar oynar. O, sadece bakar. Bakar ve bir gülücük gelip oturur yüzüne. Onu ancak oyun oynanırken mutlu bulursunuz. Oyun izlerken ne düşünür, neler duyumsar bilinmez ama çok mutlu olur. Çocukların oyunlarını izlerken kendinden geçer. Kim bilir kendine nasıl bir rol biçer… Ama sıradan bir rol değil bu. Adı üstünde çocuk oyunu. Çocuk kısmı oyunda kuş da olur, ağaç da… Çiçek de olur böcek de… Bey de olur, yoksul da… Kim bilir Veli de Turna mı oluyor kartal mı?... Kuş mu oluyor, kelebek mi?...

Büyük oyunlarını da izler o… Dost olmayanların dost gibi davrandıkları, akıllı olmayanların akıllılar gibi ahkam kestikleri, yan gelip yatmaktan başka bir şey yapmayanların çalışmak ve kazanmak üstüne oynadıkları oyunları da. Ama kimsenin sırrını açmak istemez.

Kırtıl’da düğünleri Abdallar yapar. Kısa boylu, pos bıyıklı, esmer adamlar. Ezgi onların hayatıdır. Sürekli ezgileri yoklar, daha iyiyi, daha güzeli arar dururlar. Gerçi onlar bir Neşet Ertaş çıkarabilmiş değiller. Ama bu onların Kırşehir Abdallarından az şey bildikleri, az şey ürettikleri, daha az duygusal oldukları anlamına gelmez. Onlar da ezgilerin şahını üretir, ezgilere selam dururlar.

Abdallarda da gönül gözü açık, yol yordam, usul erkan bilen insanlar çoktur. Bu esmer insanların yürecikleri apak, alınları apaktır. Kafalarının içi aydınlık olanları pek çoktur. Öyle olmasa Muharrem Ertaş, Çekiç Ali, Neşet Baba gibi yarı ümmi insanlardan dünya çapında sanatçılar yetişir miydi? Neşet Ertaş, o ufak tefek adam, sahneye çıktı mı büyüdükçe büyür de dünyayı kaplar mıydı? O esmer adam, gölgesi hepimizi kucaklayan, kökü ta yüreğimize inen bir ulu ağaç olabilir miydi?

İşte böyle bir günde bir düğün yapıldı Kırtıl’da. “Ne zaman yapıldı? Kimin düğünüydü?” derseniz bilemem. Tek bildiğim bir düğünde bir takım çalgıcı geldi.

Silifke Abdalları düğünlerde davul, klarnet ve keman çalar. Ama çaldıkları davulu keklik gibi sektirir, klarneti keklik gibi öttürürler ha! Bir Sarı Yayla çaldılar mı insanın kulaklarına ve gönlne Yörüklerin bin yıllık göç sesleri göç duyguları akar. Daha ne demeli bilmem ki… Onlar Göksu ırmağının çağıltılarını, keçilerin çan seslerini, çamların uğultularını harmanlar da türkü diye dinletirler adama. Onlar Yörükle Yörük, Tahtacıyla Tahtacı, Abdalla abdaldır.

İçlerinde bir yeni yetme vardı. Adı Bayram... Bayram klarnet çalar, keman çalar… Hele de davul çalmaya başladı mı seyret sen onu. Davul mu çalıyor, oyun mu oynuyor, taklit mi yapıyor ne dersen de! Davul konuşur, o oynar; keman çalar, o oynar; klarnet çalar o oynar da oynar. Türkü söylemeye başladı mı kendinden geçer. Türküyü yoğurur yoğurur, yeni yepyeni bir şey yapar. İnsanın dinledikçe dinleyesi gelir. Sanırsın Abdalların bin yıllık geleneğini süzmüş süzmüş yepyeni bir kalıba dökmüş. Parmakları davulun üstünde gezinmeye başladı mı “Ah dersin ben de davulcu olsam.

İşte bu Veli bir düğünde, “Ben de oynayacağım” dedi. Dedi de başka bir şey demedi. Sonra geldi gene o gülücük, dudağının bir kıyısına oturdu.

Tahtacılar bu söze bir anlam veremedi. Nasıl versinler ki Veli’nin yaşı şu olmuş, Veli bugüne kadar yüzlerce düğüne tanık olmuş ama hiç birinde, “Ben de oynayacağım” dememiş. O şimdiye kadar hep “mahallenin delisi” kalmış. Konuşmamış, ama şimdi konuşmuş işte.

Tahtacılar bugüne kadar içlerindeki sırrı dışarıya vermedi oğul! Hep dışarıya kapalı kaldı. Hep kıyıda köşede oldular. Ne yerler, ne içerler, neye inanırlar kimsenin dikkatini çekmedi o güne kadar. Sadece ve sadece bazı kara ağızlılar bilir bilmez, ileri geri konuştular. Tahtacılar öyle de, Abdallar öyle değil mi? Onların hakkında da konuşmuş ağzı ulasıcalar. Dilendikleri için olmadık aşağılamalarla karşılaşmışlar. Ama Neşet Baba’nın dediği gibi ne zaman da bir mutlu günleri olsa onları çağırmışlar. Çalıp çığırmaları, töreni şenlendirmeleri için.

Çalgılar sustu, herkes ortadan çekildi. Veli herkesin ortasına geldi. Çalgıcılara baktı, sonra uzun uzun Bayram’a baktı. İlk kez oyun oynayacaktı. İlk kez semah dönecekti, ilk kez uçmayı deneyecekti. İlk kez ufukları aşmak, ölümsüzlüğü bulmak için kanat çırpacaktı. Bayram’a “Çal!”anlamında el işareti yaptı. Bayram öteki çalgıcılara baktı. Klarneti ağzına aldı ve yeni, yepyeni bir ezgi çalmaya başladı. Bu ezgiyi Bayram ilk kez bir toplulukta çalıyordu. Kendi içinden gelen, doğaçlama bir ezgiydi. Herkes ilk kez duyuyordu bu ezgiyi.

Hani her usta pehlivanın kimseye göstermediği, herkesten sır gibi sakladığı bir oyunu vardır derler ya. Bayram da bu ezgiyi sır gibi saklamıştı bugüne kadar. Bu gün bohçayı açmıştı. Çünkü bugün Veli semah dönecekti. Kendi kendine “Göklerden geldi” diyor, gülümsüyordu. Davul ve keman o ezginin ardından gidiyordu.

Veli’nin ayakları zaten yalındı. Ezgiye ayak uydurarak dönmeye başladı. Kollarını iki yana döndürüyor, kendisi de bir sağa, bir sola dönüyordu. Bazen Allah’ın huzuruna çıkmış gibi boyuncuğunu büküyor, elini göğsünün üstünde çapraz tutuyordu. Uzun ve bol elbiselerini savura savura dönüyor, dönüyordu. Bir ara ayakları uğunmaya, kollarını turnaların kanat çırptığı gibi çırpmaya başladı. Döndü, döndü, döndü. Tahtacılar hiç bu zamana kadar tanık olmamışlardı böyle bir oyuna. Bazıları Veli’nin karşısına çıkıyor, onunla dönmek istiyor, ama dayanamayıp semahtan çıkıyordu. Veli’ye yetişmek mümkün değildi. Karşısına geleni görmüyordu. Kimsecikleri görmüyordu. Ezginin ritmine kendini kaptırmış, uçuyordu. Bir yere ulaşmak ister gibi.

Sonunda Bayram da, davulcu da, kemancı da yoruldu. Önce davulcu bıraktı çalmayı… Sonra kemancı… Bayram da tükenmişti. Yorgunluğu çok tatlıydı. Göklerden gelen ezgileri ilk kez herkesin içinde çalmış ve herkesi uçurmuştu. Veli de niyazını yapıp sessizce çekildi ortadan.

Veli birkaç gün sonra yalnız yaşadığı evinde ölü bulundu ve sessizce defnedildi. Görenler, “O ölümsüzlüğü bulmuş” dediler. Yüzünde tatlı bir gülücük ve dinginlik vardı.

Ondan sonra Bayram ve ekip arkadaşları Kırtıl’daki her düğüne çağrıldı. Ve Bayram her seferinde bu semahı çaldı. Tahtacılar bu semahın ezgisiyle semah döndüler. Bu semahı kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa aktardılar. Bugün Kırtıl’da ne Veli’yi bilirler, ne de Bayram’ı. Ama tüm düğünlerde Bayram’ın ezgisi çalınır, o ezgiyle semah dönülür. Oradan çıkan ezgiler dağa taşa, suya yele siner. Çekirgeler, kurbağalar, kurt kuş susar. Her şey, herkes o ezgiye kulak kesilir. Kelebekler, kartallar, şahinler, akbabalar, arılar semah dönmeye başlar. Öyle dönerler, öyle dönerler ki uğunurlar.

Ey Oğul!

Semah bir simgedir: İnsanoğlunun öteden beri yaptığı ölümden kurtulma, kendini aşma, mutlak huzura kavuşma çabasının simgesi. Semah bir simgedir: Zerreden kürreye, küreden samanyoluna, oradan bütün evrene kadar her varlık bir şeylerin çevresinde döner durur. Dönerken de senin benim duyamayacağımız bir ezgi çıkarırlar. O ezgiye kimi semah der, kimi bengi. Herkes bu dünyada döne döne oyununu oynar ve sahnenin arkasına geçer.

Pekey! Diyeceksin ki, “Ölümsüzlüğün sırrına eren var mı?” Var. Ama onlar da Veli gibi bakar, görür, duyar, düşünür… Ama konuşmazlar. Sen ben onları tanımayız, bilmeyiz.

SOMSÖZ: SIRSIZ OLAN, NURSUZ OLUR.