İnsan sanatla ilkellikten kurtulup uygarlığa yükselir. Toplumbilim sanatı yoksulların değil varsılların ihtiyacı olarak belirler. Toplumbilime göre ihtiyaç sıralamasında beslenme, barınma, güvenlik, sağlık ve giyinmeden sonra gelir sanat. Bu ihtiyaçlardan bazıları ise, bırakın insanları, hayvanları ve bitkileri bile peşinden koşturur.

İnsanoğlu zaruri ihtiyaçlarını bile karşılayamazken çevresindeki sorunları çözerken kullandığı ürünlerin işlevsel olmasından başka bir şey düşünmez. Bir ev derme çatma ise o evin kapısı da derme çatma olur. Yani kapıdan içeriye rüzgar da girer, toz da… Soğuk da girer, sıcak da… Sadece hayvanların girmemesi için bir şeyler yapılabilir. İğreti bir evin çatısı da iğreti olur. Oradan içeriye yağmur ve böcü börtü girebilir.

Vakt u zamanında bir reklamda “Örtünmek için değil, giyinmek için…” deniyordu. Örtünmek, soğuktan ve meraklı gözlerden korunmak için gereklidir. Giyinmek ise bedeni saran, rengarenk, göz alıcı elbiseler giymektir. Köylü kısmının böyle bir kaygısı olmaz. Ta ki fiziksel ihtiyaçlarını karşılamış, ikinci, üçüncü dereceden ihtiyaçlarına sıra gelmiş olsun.

Toplumbilim böyle der. Ama bu düşüncelerdeki isabet tartışmaya açıktır.

Çocukluğum dedemin eski evinde geçti. Evin duvarları taş, çatısı lataların üstüne dizilmiş tahta ve üstüne dökülmüş killi topraktı. Taşları karşıdaki tepeden tek tek toplamış ve katırın üstüne atılmış bir çatma ile getirmişlerdi. Ev iki oda ve bu odalara açılan daracık bir boşluktan ibaretti. Ama bu evin ambarları, kapı ve pencereleri işlenmiş ağaçtandı. Ambarların kapakları o zamanın koşullarında özel rendelerle işlenmişti.

Evde birkaç tane de işlenmiş ağaç eşya vardı. Sözgelimi bir dibek vardı ki etrafı çepeçevre oymalarla süslenmişti. Bir de dikiş kutusu gibi bir şey vardı. Onun da üstü işlenmişti. Bir tane de cezve vardı dedemin kahve pişirtip içtiği. Ebemin giydiği kutnu kumaştan dokunmuş üç etekten, başına bağladığı aydın işi örtüden söz etmiyorum. Ayrıca heybeden, çeşitli biçimlerde dokunmuş çuvallardan ve kilimlerden de söz etmiyorum. Benim anlatmak istediğim günübirlik yaşayan bu insanların hayatında da sanatın bir yerinin olduğu. Kıl çulun bir ucuna yünden birkaç nakış işleme alışkanlığı.

Şimdi yaşadığım yörede eski insanlar tahıl ambarı yaparlarmış. Sedir ağacından yapılan bu ambarlardan yörede hâlâ bol miktarda bulunur. Bu ambarlar içine suyun işlemediği, fare gibi zararlı hayvanların giremediği yerlerdir. Üstelik hiç çivi kullanmadan yapılmıştır.

İnsanoğlu kendini bilmeye başlayalı beri estetiğe de yönelmiştir. Saçlarını taramış, sakalını kesmiş, üstüne giydiği şeylere ekstradan bir şeyler eklemiş, takılar takmıştır. Sonraları yaşadığı yerlerin duvarlarını süslemiş, kullandığı çadırı, çulu çuvalı, kaşığı dibeği, tuz torbasını, kale kapılarını, cami kubbelerini… Süslemiş de süslemiş.

Bir öykü okumuştum: Hasbelkader köyün güzel kızıyla evlenen biri kızın konuşup gülmesini bir türlü sağlayamıyordu. Gelin hanım evin sıradan işlerini yapıyor ve oturuyordu. Evleri eskiydi. Birgün damat evin bir köşesinden başlıyor ve eskimiş bölümlerini yavaş yavaş yeniliyordu. Bir süre sonra gelin hanım eski tutukluğundan kurtuluyor ve şarkı söylemeye başlıyordu.

Bu yazıyı yazmama neden olan şey, Mut’lu kardeşim Hüseyin Cılız’ın Mut’un Gıravga köyünde açtığı mütevazi müzesinde gördüğüm kirmen. Kirmenin kanatlarının üstüne ustası yakarak desen işlemişti. Adı üstünde kirmen. Ama içinizde bir güzellik varsa onu sergilemek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorsunuz. Yoksa çölleşiyorsunuz, asfalt ve beton sizi esir alıyor.

SOMSÖZ: GÜZELLİKLER SİZİNLE OLSUN!