Yeni bir şey keşfettim: Halk en eski zamandan bu yana ozanlarda “Tanrı’nın eli” olduğuna inanmış, onları “badeli” diyerek sanatın baş köşesine kondurmuştur. Akıl der ki, bu kişiler ustalarından öğrenirler ve öğrendikleriyle icra-yı sanat ederler. İyi sanatçı olmaları için geleneği ve dili iyi bilmeleri, akıllı olmaları yeterlidir.

Öyle değil ama.

Onlar bir arı gibi. Hak vergisi bir yetenekle çevreden aldıkları birikimleri kendi ruh ve akıl süzgecinden geçirdikten sonra bize sunuyorlar. Ama öyle bir sunuyorlar ki sırlarını çözmek kolay değil. Çoğu sıradan insanın kırk yıl düşünse aklına bile getiremeyeceği şeyleri onlar bir anda ete kemiğe bürüyüp bize sunuyor.

Onlar bir radyo gibi. Çevremizde dolaşan ama bizim kırk yıl dinlesek duyamayacağımız sözleri ve ezgileri bize sunuyorlar ve ayağımızı yerden kesiyorlar.

Onlar bir hatip gibi. Kırk yıl düşünsek aklımızın kıyısından geçirmeyeceğimiz şeyleri bize bal lezzetinde, bal kıvamında ve bal kadar şifalı olarak sunuyorlar.

Tabii ki gerçek sanatçılar. Badeli aşıklar.

Ben bunları üniversiteden arkadaşım Dursun Kepçe’nin aşağıya birkaç dörtlüğünü de aldığım şiirini okuduktan sonra düşündüm.

Bilmem yanılmış mıyım?

HİLAL ÇEHRESİNİ ÇATMIYOR ŞÜKÜR

Ey Türkoğlu! Tanrı sana dağ vermiş

Kondurmuş göğsüne yürek diyerek

Üç tuğlu sancakla bir otağ vermiş

Kıtalar göstermiş uğrak diyerek.

Kanla karış karış sulayıp yurdu,

Şehadetle toprağını yoğurdu.

“Öldü” denen atan bir devlet kurdu

Ay-yıldızı dikti sancak diyerek

Hilal çehresini çatmıyor şükür

Ediyor kahraman ırka teşekkür

Her ocakta ateş eskisinden gür

Yanıyor “sönmez bu ocak” diyerek

Ya bu yurt cennettir ya cennet yakın

Cennet altındadır, bir daha bakın

Başka topraklarla bir tutma sakın

Bastığın yerleri ”toprak” diyerek

Bayrak yükseldikçe yükselsin başın

Vatana mühürdür kabirle taşın

Türkoğlu tarihe eşittir yaşın

Asırda dinlenir durak diyerek

DURSUN KEPÇE

24 Kasım 2020