O kadar ağırlaşmıştı ki derdi, yerinden doğrulacak mecali kalmamıştı. Çelimsiz omuzlarında bir dağ vardı sanki öyle büyük, öyle acımasız, kemiklerinin çatırdadığını hissediyordu, aynı zamanda ruhu da ezilmişti bu dağın altında. Son demlerini yaşayan bir sekerat gibiydi.

 Bütün bu hislerin hengâmesinden açtı gözlerini güne. Zihnini ümitsiz düşüncelerin istilasından kurtaramıyordu bir türlü. Bütün varlıklar söz birliği etmişçesine karşısında durmaya gayret ediyorlardı. ”deva” kavramı işlevini yitirmişti sanki yeryüzünde. İnsanlardan geçmişti artık, Rahman’ın “... Birbirinizde sükûnet bulasınız...” diye yarattım dediği.

 Mevsimlere yaslamak istedi derdini ki insan bir dayanak arıyordu ruhu bedenine ağır gelmeye başladığında. İlkbahar dedi, ah ilkbahar. Ne de güzel, ne de görkemli, ne de yaşamak doluydu ve hatta umut kokulu. Çok şey istemiyordu aslında. Şöyle içinden geçiverse yeterdi. Hafifleyiverecekti sanki altında edildiği çaresizliği. Ama çok kısa oldu bu yolculuk. Soluverdi birden bire o göz kamaştıran renk cümbüşü. Ruhunu ve tenini okşayan ılık rüzgârlar da esmez olmuştu artık.

  Bir temmuz sabahıydı. Henüz saat erken olmasına rağmen yakıcı ve bunaltıcı bir sıcak sarıvermişti yaşadığı şehri. Aradaki milyon kilometre mesafe dürülmüş, güneş iyiden iyiye yaklaşmıştı sanki dünyaya. Az da olsa ruha yaşama isteği üfleyen ama hemencecik kaçıp giden bahar rüzgârlarının ardından oldukça bunaltıcı idi bu mevsim. Zamanla alıştığını hissetti bu alazlı mevsime. Hem de epeyce. Hatta iyi gelmeye başlamıştı kronikleşmiş keder ve yorgunluklarına. Isınmışlardı adeta birbirlerine, güneşin sıcağıyla, onun ruhunu yakıp kavuran kederleri neredeyse aynı gibiydi. Beni bana benzeyen anlar, yoldaş olur, derttaş olur, sırdaş olur, yükümü hafifletir az da olsa diye bir ümit kapladı içini.

 Ama işte yine olan olmuştu. Azıcık derdini yaslamak istediği, kendi gibi bildiği yaz da adım adım uzaklaşmaya başladı ondan. Yine yalnızlık çalmıştı kapısını. Hatta gelip dayandı gitmeyecek gibicesine. Artık şaşırmıyordu bütün bunlara. Sadâkat gösteren yoktu dostluğa. İyi gün dostuydu herkes. Hüzne yoldaşlık eden yoktu bu dünyada. Anlıyordu bunu, hem de can yakan bir tecrübe ile.

 Kalbî olana rahatlık yoktu. Biliyordu bunu artık. Şairin şu dediği geldi aklına; “Hiç alışamadım gülmeye, hüzün vicdanıma daha uygun.” Evet, öyle idi gerçekten. O kadar kronikleşmişti ki bu hâleti rûhiyesi, tasavvur etmemişti hiç kesintisiz bir huzuru.

 Bütün bu duygular ruhunda med cezirler oluştururken serin bir rüzgâr okşadı yüzünü birdenbire. Dallarına vedâya hazırlanan yaprakların oynaşmasıyla oluşan melodi ve sarı, turuncu, kızıl renklerden meydana gelen, usta bir ressamın elinden çıkmış bir tablo gibi görünen renk cümbüşü... İçinde tarifini edemediği farklı bir his belirmişti. Aslında ölümdü sonbahar. Ölümün bu kadar güzel görünmesi ve anlamsız bir huzur vermesi oldukça ilginçti. Tabiatın bu kadar güzel ölmesi, kendisinin ise ölüm mü, yaşam mı belli değil bir arada olması, biraz daha hüzün ekledi zaten elemlerle yoğrulmuş yorgun kalbine.

 Şiddetli yağmurlar, fırtınalar dondurucu soğuklar başlamıştı artık mevsim gereği. İhtişamıyla göz kamaştıran, ölümün güzel yüzü sonbahar da gitmişti artık. Kırağılamıştı yüreği de, geceden kalma, dallara tutunmuş çiğ taneleri gibi. Halil demişti Rabbim aslında insan için. Dosttu insan. Ama Halil olan insan yoktu artık rastladığı.

 Bütün hengâmesiyle akıp giderken hayat teslim olmaktan başla çaresi kalmamıştı bu sancılı sürece.

 Tabiat baharda uyanmak üzere ölüm uykusuna dalarken, o yalnızlık gemisinde hüzün diyarına doğru sefere çıkmıştı, dönmemek üzere. Omuzlarında taşıyamadığı dertleri, dilinde terennüm eden bir cümle ile ; "Hiç alışamadım gülmeye, hüzün vicdanıma daha uygun..."*

*Nuri PAKDİL ruhu şad olsun.

Fatma SÜMER