Zaman hızla geçiyor. Günler, aylar, yıllar, hattâ yüzyıllar... Öyle çabuk geçiyor ki, bunun farkına bile varamıyor insan. Tüm bunlar ve daha fazlası zihnimden geçerken Dünya’nın yaşı geldi aklıma. Jeologların yaptığı geniş kapsamlı araştırmalar ve bilimsel verilere dayanarak vardıkları sonuç, Dünya’nın yaşının yaklaşık 4,54 milyar yıl olduğunu göstermiştir.

Şimdi durup dururken Dünya'nın yaşı da nereden çıktı diyoruz tabii. Konumuz her zamanki gibi insan ve insanlık tarihi.

Bir gün bir çiftçi bir taş parçası buluyor ve her şey altüst oluyor. O taş tarih adına insanlığın bildiği bütün taşları yerinden oynatıyor. Neden ve nereden mi bahsediyorum? Tabiî ki; “Göbekli Tepe”.

Benim için yazmak en az gezip görmek kadar güzel. Bu yazımın konusu da Göbekli Tepe olacak. Tarihin tüm yapı taşlarını yerinden oynatan mekân...

Bilindiği gibi tarih geriye doğru en fazla M.Ö. Dört bin yıla kadar gidebiliyordu. Ve insanlar elinde olan bilgiye dayanarak tarihin başlangıcını da bu şekilde kabul ediyordu. Ama Göbekli Tepe’nin bulunmasıyla tarih yaklaşık on iki bin yıl geriye gitti. Bize de çok şükür bu mekânı gidip görmek nasip oldu. İnsanın görev ve sorumluluklarından biri de bildiği, duyduğu, gördüğü iyi ve güzel şeyleri gününe ve yarınına bildirmek, aktarmaktır. Ben de bu sorumluluk bilinciyle yazmak istiyorum, bu mekândan edindiğim izlenimleri, duygu ve düşüncelerimi.

Sabah namazını kırdıktan sonra, “Erken kalkan yol alır.” anlayışıyla Diyarbakır’dan Şanlıurfa istikametine doğru yola çıktık. Yörenin yabancısı olduğumuz için de navigasyonu açtık tabii. Onun görevi aracı en kısa mesafeden hedef noktasına ulaştırmak, bizim kendisine güvenimizse tam. Bir süre ilerledikten sonra bir yol ayrımına geldik. Navigasyon bizi tabelanın gösterdiği yönden farkı bir tarafa doğru yönlendiriyordu. Tam kavşakta olduğumuz için çabuk karar vermemiz gerektiğinden biz de navigasyon hazretlerine güvendik ve gösterdiği yöne doğru kırdık direksiyonu. Bölünmüş yolla başladık ilerlemeye. Bir süre sonra yol gidiş geliş oldu. Olsundu. Gidilebilir, güzel bir yoldu. Nasıl olsa ucunda Göbekli Tepe vardı. Biraz daha ilerledikten sonra yerleşim yeri bitti. Yol biraz daha daraldı. Hâlâ çok kötü olmayan bir asfalt, aynı filmlerdeki gibi ufuk çizgisine kadar uzanan bir yol ve etrafımızda âdeta yeşil bir deniz gibi dalgalanan uçsuz bucaksız mısır tarlalarının muhteşem güzelliği de bize eşlik ediyordu. Bir kenarda durup bu muhteşem manzarayı fotoğraflamayı da ihmâl etmedik. İlerlemeye devam ettikçe asfalt bozulmaya başladı. Bizim mısır tarlaları gitti, taşlı, kurak, boş araziler sardı etrafımızı. Yol iyiden iyiye bozuldu ve artık yol diyebileceğimiz bir unsur kalmamıştı. Birinci viteste taşlar arasında, oyulmuş çukurlardan sakınarak arabanın tekerleğine geçecek yer bulmaya çalışıyorduk. Ben ise bu navigasyonun uydudan bu zemine yol deyip, nasıl algıladığına şaşırmakla meşguldüm. Bir süre böyle gittikten sonra, bizi çölde su görmek kadar sevindiren asfalt yol çıktı karşımıza. En kalbî hislerle hamd-ü senâlar ettik Rabbimize. Çok sürmeden Göbekli tepe tesislerine de vardık, bu sıra dışı yolculuğun ardından.

Araç orada bırakılıyor ve ziyaretciler servis araçlarıyla gruplar halinde götürülüyordu ören yerine. İşlemleri yaptırdığımız zaman saat 9.00’u geçmişti ve bizim karnımız acıkmıştı. Tesiste poğaça, içecek vs. vardı. Birer poğaça alalım diye fiyatını sorduk. Normal bir simitçide 3 TL olan poğaça, orada 15 TL idi. Tabii ki bu geçtiğimiz ağustos ayında, yani şu anki fiyatını tahmin edemiyorum. Fırsatçılara pirim vermeyi kabul etmeyen bir anlayışımız olduğu için, sağ olsunlar Diyarbakır’da misafir olduğumuz arkadaşların yanımıza verdiği yolluklar ve araçta bulunan içeceklerle yaptık kahvaltımızı. Yani bunu anlatma sebebim Göbekli Tepe’ye aç gitmeyin.

Tesisten çıkmadan yöre hakkında bilgilendirici, görsel efektlerle oldukça güzel hazırlanmış animasyonu izledik, ve ardından servisle bir kaç kilometrelik kısa yolculuktan sonra, şimdilik tarihin sıfır noktası denilen mekanda idik artık.

1995 yılında yapılan kazı çalışmalarında ortaya çıkmıştı, tarihi yaklaşık 7500 yıl daha geriye götüren bu olağan üstü harabeler. Tabii bilinen tarih de alt üst oldu bu mekânın ortaya çıkmasıyla. Alman arkeolog Klaus Schmidt “Kendi gücünün farkına varan insanoğlunun, doğanın parçası olmaktan çıkıp, ona hükmetmeye giden yolu açtığı yerdir. '' diye tanımlamıştır Göbekli Tepe’yi.

Göbekli Tepe keşfinin hemen ardından UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış ve 2019 yılında ziyarete açılmıştır. Yapılan kazı ve gözlemlere göre Göbekli Tepe’de yirmi adet üstü açık yapı bulunmakta ve bu mekânın en eski tapınaklardan biri, yani dinî ibadet merkezi olduğu düşünülmektedir.

Bu tarihî, nesnel bilgilerden sonra gelelim görsel olarak şahitlik ettiğimiz bilgi aktarımlarına. Servislerin ziyaretçileri getirdiği alanda da küçük bir dinlenme tesisi var. Hemen sağında ise ezme ve öğütme amaçlı sabit kayalara oyulmuş ortalama derinliği bir metre olan kuyular var. Bu alanın hemen yanından başlayan ahşaptan yapılmış, çok uzun olmayan yürüme yoluyla hâlâ kazı çalışmalarının devam ettiği mekânın en merkezî yerine, tapınak merkezine ulaştık.

Üst üste dizilmiş taşlar ve “T” biçimde, yükseklikleri üç ilâ altı metreye ulaşan, üzerlerinde insan ve hayvan figürlerleri bulunan sütunlar çekiyor insanın dikkatini. İnsanlığı şimdilik bilinen en eski tarihe götüren bu mekan, aynı zamanda avcı-toplayıcı toplumların ne kadar eski tarihe dayandığının da göstergesi olmuştur. O zamanın şartlarında bu devâsa sütunların insan gücüyle nasıl yapıldığını hâlâ bilinemezken, sütunların üzerindeki hayvan figürlerinden dolayı, hayvan gücünden faydalanıldığı varsayılmakta.

Uzun süre bu mekânda kazı başkanlığı yapan Prof. Dr. Klaus Schmidt, taş sütunlardaki kabartmalardan dönem insanlarının bir çok hayvanı evcilleştirdiği ve sanatsal yönden oldukça ileri ve estetik bir seviyeye ulaştıklarını söylemenin yanı sıra, tarihî verilere göre, bu mekânın dünyanın en büyük tapınağı olma özelliğini de taşıdığını söylemiştir.

Daha duru ve anlaşılır olması için Göbekli Tepe’nin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz;

Öncelikle burada bulunan eserler Neolitik dönemde inşâ edilen, çok sayıda yuvarlak yapıdan oluşan eserlerdir. Ancak çok azı gün yüzüne çıkmıştır. Taş devrinden kalma, dünyanın ilk tapınağı yani bilinen ilk ibâdet merkezi olduğu düşünülmektedir. Toplam yirmi adet üstü açık yapı bulunmaktadır. Tapınak “T” biçiminde sütunlarla çevrili olmasının yanında ortasında da iki adet karşılıklı “T” sütun bulunmakta. Uzmanlar bu sütunların, üzerinde yer alan el ve kol tasvirlerinden dolayı insan simgeleri olduğunu düşünüyorlar. Üzerindeki üç boyutlu kabartmalardan dolayı sanat tarihi açısından da büyük öneme sahip. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bölgede yirmi yapıdan henüz altısı gün yüzüne çıkarılmış. Geri kalanlarında çıkarılması için yoğun ziyaretçi akımına rağmen çalışmalar sürmekte. Öğrendiğime göre bölgede yapılan kazılarsa kafatasları da bulunmuş. Araştırmacılar bu kafataslarının en  erken oyulan insan kafatası olarak değerlendiriyorlar. Ve yine arkeologlar burada gün yüzüne çıkan eserlerin Türk kültürüne ait olduğunu düşünüyorlar. Yapılarda bulunan buğday kalıntıları, yerleşik hayata geçişin ilk dönemleri olduğu düşüncesini de oluşturmanın yanı sıra, yapılar üzerindeki hayvan figürleri, arkeologlarca henüz tarıma geçilmediği anlamına gelmekte. Son olarak diyebiliriz ki, Göbekli Tepe, Sümer, Mısır, Maya, Hint ve Çin uygarlıklarına ev sahipliği yapmış bir bölgedir.

Ziyaretlerime çıkmadan önce gideceğim yer hakkında bilgi edindiğimi, daha önceki yazılarımda da belirtmiştim. Mekânı bu tarihsel bilgilerle dolaşmak eserleri algılamak adına çok önem arz ediyor benim için. Yabancısı olduğum bir mekânı değil, daha önce gördüğüm, bildiğim bir mekânı, sanki hasretle, özlemle yeniden görüyormuşçasına bir haz veriyor bana.

Keşfiyle yalnız ülkemiz için değil dünya tarihi adına da köklü bir değişim olan, vâr olan tarihî bilgileri alt üst eden bu mekândan ayrılırken bir çok farklı düşünce o yörenin kültürüyle ifade etmek gerekirse, kol kola girmiş halay çekiyordu zihnimde. Örneğin ilk aklıma gelen Evliya Çelebi’nin kıssası oldu. Evliya Çelebi Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) gördüğü bir rüyasında, “Şefaat ya Resulallah” diyeceği yerde, heyecandan dili sürçerek, “Seyahat ya Resulallah” deyiverir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler ve böylece gezilerine başlar. Yedi iklim, on sekiz padişahlık yer gezer. Yetmiş yılı aşkın ömrünün elli bir yılını, bir diyardan başka bir diyara uzanan yollarda, muhtelif ülkelerde ve şehirlerde geçirir. Osmanlı’yı en çok tanıtan ve sevdiren kişi olarak adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Ben ne yazık ki böyle bir rüya görmedim. Ama Evliya Çelebi’ye hep gıpta ettim. Bunun için bulduğum her fırsatta imkânım ölçüsünde gezip dolaşmaya gayret ediyorum. Bu gezilerden edindiğim bilgi ve izlenimleri paylaşmak ise bambaşka bir keyif benim için.

Şu zihnimdeki halay halkasına baktığımda gördüğüm diğer bir düşünce de insanın ne kadar sınırlı olduğu. Bunun yanında Rabbinin kendisini koyduğu üstün ve özel konumu değil de sıradanlığı ve basitliği seçmesi. Neden mi bunu söyledim? Şöyle açıklayayım; Rabbim diyor ki: “Allah Âdem’e eşyanın ismini öğretti.” (Bakara:31) Ama insan bu üstünlüğü kabul etmiyor, insanın ilkelliğinden, yabaniliğinden, cehaletinden bahsediyor. Tıpkı “ Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn:4) diyen ayete karşın, hayır insan maymundan evrildi diyen apsürt düşünce gibi. Ya da herhangi bir bilgiyi nesnelleştirip daha sonra kendi fikrini bulduğu yeni bir kanıtla yine kendisinin çürütmesi gibi. İşte Göbekli Tepe bunun en güzel örneği. Karanlık çağ dediği zamanın birden bire binlerce yıl aydınlanıvermesi. Yine uygar olduğunu söyleyen ve teknolojinin zirvesini yaşayan bu çağın insanının taş devri dediği çağlar öncesi insanların maharetlerine hayretle bakıyor olması...

Ve zihnimdeki halay halkasından bir tanesi de, dünya tarihini alt üst eden bu mekânın benim ülkemde olmasının verdiği gurur ve mutluluk. Ama bu gurur hissini buruklaştıran unsur, biz Türk insanının kendi değerlerinin kıymetini bilmemesi. Gittiğim her tarihî ve doğal mekânda rastladığım ziyaretçilerin yüzde büyük bir oranının yabancı turist olması.

Zihnimdeki bu ve buna benzer dolanan düşüncelerin eşliğinde bir selâm çakarak vedâ ediyorum insanlık tarihinin merkezine...

Üç maymuna inat, duydum, bildim, gördüm. Ve de anlattım...